İnsanın insanla savaşması ahlâksızlıktır

Tarih boyunca tüm savaşlar tek bir amaç için yapılmıştır. Para… Buna ister güç deyin ister toprak isterseniz çıkar. Savaş çıkaranlar size ne derse desin bilin ki bunu zenginliği eline geçirmek ya da elinde tutmak için yapıyordur. Bu nedenle insanla insan arasındaki her savaş ‘ahlâksız’dır.

Bu yazıda çok zor ve tehlikeli bir işe girişmek istiyorum. Savaş kelimesini bir kavram olarak ele almak… Bir kelimeyi kavramsal olarak tanımlamak, kavramsal olarak irdelemeye giriştiğinizde, onu sözlüklerdeki karşılığından ve gündelik dildeki çağrışımlarından çok daha ötede bir yerlere konumlamanız gerekir. Bu zordur, çünkü kendiniz de o gündelik dilin içindesinizdir. Toplum kelimelere belli anlamlar yükler ve siz de o toplumun bir bireyi olarak bu anlamları belleğinizdeki çekmecelere yerleştirirsiniz. Kelimeyi kavramsal olarak ele alabilmek için ona objektif bir gözle bakmanız, bir anlamda çekmecelerinizi mümkün olduğunca boşaltmanız gerekir. Tehlikelidir, çünkü o anlam çekmecelerini boşaltmanız demek toplumun değerlerini de çekmeceden çıkartıp rafa kaldırmanız demektir. Bu da sizi marjinal yapar ve kendi toplumunuzdan tepki almanız an meselesidir.

ZOR… ÇOK ZOR!

Şimdi gelelim savaş kelimesinin kavramsal ele alınışındaki zorluk ve tehlikelere… Savaş, her zaman vardı, var olmaya da devam edecek. Ama belli dönemler bu kelimeye karşı ekstra hassas oluyoruz. Takdir edersiniz ki bugünlerde de öylesi bir dönemden geçiyoruz. Böylesi bir dönemde savaşı kavramsal olarak incelemek de ekstra zor. Çünkü insanım diyorsanız, savaşın yüreğinizi dağlayan pratik sonuçlarına duygusal tepki vermemeniz imkânsız. Hastanelerin bombalandığı, binlerce masum sivilin öldüğü, çocukların katledildiği bir dünyaya ağlamamanız mümkün mü? Hele de Gazzeli minicik Haya’nın kalplerle, elbise resimleriyle süslediği vasiyetini gördükten sonra… Üç kuruş parasını annesine, teyzesine, amcasına, oyuncaklarını kardeşine ve arkadaşlarına, kıyafetlerini kuzenine, ayakkabılarını (yıkanıp temizlendikten sonra) ihtiyacı olan fakirlere bıraktığı o vasiyeti yazdı ve göçüp gitti bu dünyadan. Şimdi bunu gördükten sonra, bu satırları yazarken bile akıttığın göz yaşlarını nasıl kaldıracaksın rafa? Zor… İnanın çok zor.

Savaşı ‘savaş zamanı’ kavramsal olarak açıklamaya çalışmak tehlikeli de aynı zamanda. Çünkü toplum buna tepki gösterebilir. Bu açıklama çabasını duyarsızlık, hatta vicdansızlık olarak yargılayabilir. İnsanlar “bu kadar acının arasında bu kelimenin anlamı üzerine mi düşüneceğiz?” diyebilirler. Duygusal anlamda kısmen haklı da olabilirler. Ama tam da böylesi bir zamanda anlamaya çalışmak gerekmez mi bu kavramı? “Savaşı anlamak derdindeysen git Gazze’ye bak, anlarsın” da diyebilirler. İyi de o pratik sonuçlara insanlık tarihi boyunca baktık, baktık, baktık… Hâlâ savaşıyorsak belli ki savaş alanına bakarak anlayamıyoruz savaşı. O yüzden belki kavramsal bakış işe yarar.

Felsefeye aşina olanlar niyetimi daha net anlamış olmalılar. Savaş kelimesinin bendeki gündelik dil anlamını ve savaş sırasında gördüklerimi çekmeceden çıkarıp rafa koymak derken, bir çeşit fenomenolojik yöntem kullanmaktan bahsediyorum. Alman düşünür Edmund Husserl’in ortaya koyduğu bu yönteme ‘fenomenolojik indirgeme’ deniyor. Hatta daha açıklayıcı olması adına ‘askıya alma’ ya da ‘paranteze alma’ tabirleri de kullanılıyor. Çok özet bir tanımını yapacak olursak… Nesneye, görünür olana (fenomene) bakarken, onu kültürel anlamından soyarak ve tüm yargılardan arındırarak bakmak… Yani çekmecelerimizdekileri yok etmek ya da unutmak değil, bir süreliğine hesaba katmamak.

SAVAŞ BİR DOĞA KANUNU MU?

Biliyoruz ki savaş, tarih öncesinden bu yana insanın hayatında olan bir eylem. Ama bunu felsefî düzeyde tartışmış ve bu kavramı sadece insanlar arasında yapılan savaşın ötesine taşımış ilk insan Sokrates öncesi doğa filozoflarından Miletoslu Anaksimandrostur diyebiliriz. Thales’le birlikte bilimsel bakışın ilk temsilcilerinden olan Anaksimandros’a göre savaş bir zorunluluktur. Ancak hayatını doğayı anlamaya adamış olan düşünürün burada kastettiği zorunluluk bir doğa yasası olmaktan oldukça uzakta görünüyor. Çünkü o, bunu daha çok ahlâkî yani toplumsal hatta hukukî bir yasa olarak tanımlıyor gibi. Evrende gördüğü nedensellik ilişkisini topluma uyarlar ve burada bir suç-ceza ilişkisi görür. Bu, aslında bir çeşit savaştır. Var olmak için verilen bir savaş da diyebiliriz. Anaksimandros’a göre var olmak bir suçtur çünkü her özel varlık biçimi, her bireysel varoluş, bir başkasının var olma hakkına tecavüzdür, onun bu hakkını gasp etmektir. Öyleyse bu suçun cezası da bellidir, o da yok olmak. Var olmak için bir başkasının varlığını ortadan kaldıran bir varlık, yaptığı bu haksızlığın bedelini bir başka varlığın yerini almasıyla, kendisini ortadan kaldırmasıyla öder. Bu anlamda var olma suçtur ve bu suçun cezası yok olmadır. Yani bu kötü bir savaştır.  Anaksimandros için zıtların savaşı, aynı zamanda doğadaki var oluş ve yok oluşun da ilkesidir. Zıtlar birbirleri üzerinde etkide bulunarak bir şeyleri hem var ederler hem de yok ederler. Örneğin ateş suyu ısıtır ve buhar hâline getirerek onu yok eder. Ama buhar da yağmur olup yağar ve ateşi yok eder. Yani bir anlamda intikam alır. Anaksimandros’un bu görüşü hem var olmanın hem de yok olmanın bir çeşit savaş sonucunda meydana geldiğinin açıklamalarıdır.

Efesli düşünür Herakleitos ise bu savaş meselesini daha da ileriye götürecektir. O, kendisinin de dahil olduğu doğa filozofları grubundakiler gibi hareket, oluş ve yol oluşu inceler. Ama diğerlerinin aksine bu süreçlerin altında bir varlığa ulaşmaz. Onun için varlık yoktur, oluş vardır. İşte bu oluş bir savaşın sonucudur. Ona göre oluş için zıtların savaşı zorunludur. Anaksimandros da benzer bir şey söylemişti hatırlarsanız. Ama o sonuç olarak bu savaşın kötülüğünden bahsediyordu. Oysa Herakleitos tam tersine zıtların savaşının ‘oluş’un biricik ve zorunlu nedeni olduğunu söyler. İyi bir şeydir yani onun için savaş. Hatta öylesine iyidir ki, zıtlar arasındaki bu savaş olmasaydı hiçbir şey olamazdı. Bu görüşünü daha da ileriye götürür ve mitolojide Tanrılar ve insanlar arasındaki çatışmaların bitmesini dileyen Homeros’u şu sözlerle eleştirir: “Homeros, ‘Tanrılar ve insanlar arasında keşke çatışmalar sona erseydi’ demekte haksızdır; o evreni ortadan kaldırmak istediğinin farkında değildi. Çünkü eğer onun isteği yerine gelmiş olsaydı, her şey yok olurdu.” Herakleitos bununla da kalmaz, daha da ileriye giderek adaletin tecellisini de savaşa bağlar. “Savaşın her şeyde ortak olduğunu ve savaşın adalet olduğunu, her şeyin savaşla doğup savaşla ortadan kalktığını bilelim.”[i]

Tabii her iki filozofun savaşla ilgili bu radikal görüşleri, onların doğa tahlillerinden ve bu tahlilleri insana, çoğunlukla da topluma uyarlama çabalarından kaynaklandığını söylemek gerek. Bu bakış açısı çok sert, insan için yer yer kabul edilemez görüşler hâline dönüşse de yine de doğanın insan yaşamındaki yansımalarını toptan reddetmemiz mümkün değil. Bizler de veriyoruz bu savaşları. Tıp ve farmakoloji bilimlerini neden geliştirdik? Tam da bu türden bir savaşı vermek için değil mi? Düşünsenize başka canlılar (virüsler, bakteriler, mikroplar, parazitler vb.) bedenimize giriyor hastalıklara neden oluyorlar. Peki biz ne yapıyoruz? Bizi hasta eden, belki de bizi yok edecek olan o canlılara karşı savaşmıyor muyuz? Geliştirilen her ilaç, her tedavi yöntemi onları yok etmek için kullandığımız silahlar değil mi? Bir anlamda doğaya karşı savaşmıyor muyuz varlığımızı sürdürebilmek için?

Hadi bu bilinçli verdiğimiz bir savaş. Bilinçsizce de ya da belki de doğanın bilinci olarak adlandırabileceğimiz bir yöntemle de savaş veriyoruz. Buna da evrim diyoruz. Evrimdeki doğal seçilim dediğimiz şey aslında bir savaş değil mi? Güçlü olanın hayatta kaldığı ya da güçlü yönlerimizin varlığını sürdürüp güçsüz ya da kullanmadığımız özelliklerimizin yok olması… Mutasyon dediğimiz olgu tamamen bir savaşın sonucu değil mi?

BAŞLI BAŞINA BİR SAVAŞ: EVRİM

Ünlü bilim felsefecisi Karl Raimund Popper Doğa Hakkındaki Bilginin Sorunları adlı ünlü makalesinde John Locke gibi deneycilere ve Aristoteles ve Kant gibi sentezcilere karşı çıkarak bilginin deneyimle başladığını reddediyor. Popper’a göre bilgi problemle başlıyor ve sonrası adeta bilgi elde etmek için verdiğimiz bir savaş. Çünkü amaç ortada olan o problemi çözmekten ibaret. Bu çözüm için tabii ki deneme yanılma yöntemini kullanıyoruz. Denemelerin sonunda da yanıldığımız sonuçları eliyoruz. Popper bu düşüncesini üç aşamalı bir şemayla açıklıyor. 1. Problem; 2. Çözüm denemeleri; 3. Ortadan kaldırma. Popper, ortaya koyduğu bu şemayı Darwinci gelişim kuramının açıklaması olarak da kullanabileceğimizden bahsediyor.[ii] Çevre koşullarının değişmesi canlı için bir tür olarak uyum sağlama problemidir. Canlı, bu problemle karşılaştığında genetik mutasyonlar meydana getirerek denemeler yapar. İşte bu, onun tür olarak hayatta kalma savaşıdır. Bu savaş sırasında meydana gelen mutasyonların çoğu ölümcüldür. Yani o denemelerin büyük çoğunluğu ölümle, yok olmayla sonuçlanır. Bir anlamda ortadan kalkma gerçekleşir. Sonunda da yeni çevreye en uyumlu mutasyon hayatta kalır ve türü devam ettirir. İşte size bir canlı olarak doğada yaşadığımız problem karşısında verdiğimiz savaş ve sonucunda kazandığımız zafer. O zafere ulaşana kadar ne kadar çok savaşırsak ve ne kadar çok kayıp verirsek zafere ulaşma şansımız da o kadar artıyor. Bu savaş bir doğa kanunu.

BU KANUN İNSAN İÇİN DE GEÇERLİ Mİ?

Yukarıda da canlılar için anlatılanlar doğrultusunda bu kanun bir canlı olan insan için de kesinlikle geçerlidir. Ancak biyolojik olarak. Toplumsal anlamda ise işler çok farklı. Bu ikisini eş saymak, doğa kanunlarını etik alana taşımak olur ki bu önü alınamaz ve çok büyük kötülükleri beraberinde getirir. Doğayı etikle bir tutmak, iki ayrı bağlamı birbirine karıştırmak olur. Etik zaten doğal olmayan, yapay, yani insan eliyle oluşturulmuş bir alan. Doğayı örnek almaması gereken, zira doğanın canlılar için zalimce diyebileceğimiz kanunlarına karşı toplum oluşturabilmek için koyulmuş kurallar bütünü.

Bu ikisi birbirine karıştırıldığında, hadi daha açık olalım, etik anlayışınızı doğanın işleyişi üzerine kurduğunuzda sonuç ırkçılığa kadar ulaşır. Bunun en acı örneğini II. Dünya Savaşı yaşattı zaten insanlığa. Hitler bu biyolojik gerçeği kendince yorumlayarak kendi hakikatine dönüştürdü. Bu hakikati şuydu: Yanlış ve hastalıklı mutasyonlardan kurtulmak ve ari ırkı inşa etmek. Tabii esas hastalıklı olan Hitler’in hakikatiydi. Tedavi edilemez bir cahil olduğu için, doğa kanunlarını kendi uyduruk fikirlerinin doğruluk kanıtı olarak aldı. Bir sürü başka cahili de kendi hastalıklı fikirlerinin doğru olduğuna inandırdı. Sonuç: Milyonlarca insan soykırıma uğradı.

DOĞAL SAVAŞ VE İNSANIN SAVAŞI

Doğada bir savaş olduğu doğru. Hatta Anaksimandros, Herakleitos, Darwin ve Popper’in de söyledikleri gibi, bu savaşın aslında bugünkü yaşam formumuzu var ettiği de doğru. Yani insan da bu savaşı vere vere geldi bugünkü hâline. Ama insanın insanla savaşı doğa kanunlarıyla açıklanabilecek bir şey değil. Bir başka deyişle insanın insanla savaşını doğa kanunlarını öne sürerek meşru kılamayız. O, Hitler gibi manyakların kullandığı yöntem. Peki insanla insanın savaşını meşru ilan edebilmek için başka hangi yöntemler kullanılıyor?

Sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim. Doğa dışındaki herhangi bir savaşı meşru kılan her yöntem uyduruktur, kandırmacadır. Doğadaki savaşla insanın insanla yaptığı savaş arasındaki en önemli fark ‘amaç’tır. Bu farkı yaratan amaçların farklı olması değil, olup olmamasıdır. Doğadaki savaşın bir amacı, bir hedefi yoktur. Yani doğa o mutasyonlarla en mükemmel varlığı oluşturmayı amaçlamaz. Bu savaş sürer ve ortaya çıkan canlı türü tamamen rastlantısaldır. Çiçeğinden böceğine, dinozorundan balığına, sürüngeninden memelisine bu rastlantı tüm canlılar için geçerlidir. Bu anlamda doğanın bu savaşta hedeflediği bir amacı yoktur.

Ama insanın doğa dışındaki savaşlarında amacı vardır. O savaşları kötü yapan da işte bu amaçtır. Üstelik her savaş için ayrı ayrı amaçlar aramanın da gereği yok. Tarih boyunca tüm savaşlar tek bir amaç için yapılmıştır. Para… Buna ister güç deyin ister toprak isterseniz çıkar. Savaş çıkaranlar size ne derse desin bilin ki bunu zenginliği eline geçirmek ya da elinde tutmak için yapıyordur. Bu nedenle insanla insan arasındaki her savaş ‘ahlâksız’dır. Tabii bu, savaşan her taraf ahlâksızdır anlamına gelmiyor. Ganimet için, güç için, para için ahlâksızca başlatılan bir savaşta kendinizi korumanız sizi ahlâksız yapmaz. Bunun en güzel açıklamasını Mustafa Kemal Atatürk yapmış zaten. Hayatı savaşlarda geçen, işi savaşmak olan o büyük komutanın sözünü bilirsiniz: “Savaş zarurî ve hayatî olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir!”

GERÇEK VE HAKİKAT

Gazze’deki savaşın gerçeği de bu. Para. Üstelik hepimiz biliyoruz ki bu savaş sadece İsrail ve Filistin arasında değil. Bir tarafta İsrail’i destekleyen ABD, Avrupa ve bazı Arap devletleri, diğer tarafta İran, Rusya, Çin vs. İşin gerçeği bu. Bu gerçek bize diyor ki… Birileri para kazanacak, güç dengelerini yeniden oluşturacak, bu yüzden binlerce insanın ölmesinde hiçbir mahsur yok. Gerçek işte bu kadar acımasız, bu kadar ahlâksız. Hakikat, yani o iğrenç gerçeğin bizim zihnimizde oluşan tezahürü ise çok ama çok acı. Bu savaşın yüzümüze çarpan, içimizi yakan hakikati Haya’nın vasiyeti.

Yazı bitti. Şimdi benim için o vasiyeti göz yaşlarımla birlikte raftan alıp çekmeceme koyma zamanı. Dileğim odur ki, her insan bu hakikati hafızasının çekmecesinde saklasın ve her savaş zamanı açıp açıp okusun.


[i] Bu yazıda yer alan Anaksimandros ve Herakleitos görüşleri için Ahmet Arslan’ın İlk Çağ Felsefe Tarihi – Sokrates Öncesi Yunan Felsefesi eserinden yararlanılmıştır.

[ii] Popper, Raimund Karl. (2023) Hayat Problem Çözmektir – Bilgi, Tarih ve Politika Üzerine. 13. Baskı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s.17

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gönç Selen Arşivi