Gönç Selen
Hakikati kaybetmek
Hakikatin öneminin tamamen yitip gittiği, neredeyse onu tamamen kaybettiğimiz bir çağda yaşıyoruz. Neden böyle bir hayatımız var artık? Yoksa Jean Baudrillard’ın simülakrlarıyla mı doldurduk dört bir yanımızı? Platon’un gölgelerine mi mahkûm ettik kendimizi? Kopyaların kopyalarıyla mı yetinir olduk? Nietzsche’nin dediği gibi, gerçeğe katlanamayan o yüzden de yalana sığınan ortalama insanlar mıyız hepimiz?
İnsanlığın çağlar boyu yaşadığı en büyük sorunlardan biri hakikati kaybetmek. Bizim yaşadığımız post modern çağda ise bu sorun iliklerimize kadar işlemiş durumda. Belki farkında değiliz ama bu kayıp en büyüklerden biri olmanın da ötesinde birincil sorunumuz belki de. Beni iddiam odur ki karşı karşıya kaldığımız pek çok sorunun temelinde yatan gizli ve esas nedendir “hakikati kaybetmek”.
“GERÇEK”TEN “HAKİKAT”E ULAŞMAK
Daha en baştan bir ayrımı ortaya koymak çok önemli. O da “gerçek” ve “hakikat” kavramları arasındaki fark. Bu aslında başlı başına bir yazı konusu ama şimdilik bir özet geçelim ki “hakikati kaybetmek” ne anlama geliyor onu ortaya koyabilelim.
Gündelik hayatta birbirine eş, anlamdaş olarak kullandığımız bu iki kavram arasındaki farkı pek çok felsefeci ortaya koymuştur. Bunlardan biri de Orhan Hançerlioğlu. Felsefe Ansiklopedisi’nin kavramlar ve akımların yer aldığı 2. cildinde Hançerlioğlu bu iki kavramı şöyle açıklıyor. “Gerçek: Bilinçten bağımsız, somut ve nesnel olarak var olan. İngilizcesi real, Fransızcası réel. Hakikat: Nesnel gerçeğin düşüncedeki yansısı. İngilizcesi truth, Fransızcası vérité.” Yani gerçek öznenin, “Ben”in varlığına ihtiyaç duymaz. Özneden bağımsız bir biçimde vardır. Hakikat ise öznenin zihninde gerçeğin, gerçeğe uygun bir şekilde belirmesidir. Yani hakikatte akıl vardır. Felsefeci Selahattin Hilav da şöyle diyor bu iki kavramın farkıyla ilgili. “Gerçek, varlığın bir özelliğidir, varoluş tarzıdır; 'hakiki' ya da 'hakikat' ise özne ile nesne arasındaki bir ilişkidir; özne ile nesne arasındaki uygunluktur, bilginin gerçeğe uygunluğudur, yani bilgiye ait bir ilintidir.” Bunu da şöyle açabiliriz. Gerçek ontolojik (varlığa dair), hakikat ise epistemolojik (bilgiye dair) bir kavramdır. Yani gerçek bir veriyse hakikat aklımın o veriyi işleyerek yine o gerçeğe dair ürettiği bilgidir. Dolayısıyla, doğal olarak öznenin, “Ben”in varlığına muhtaçtır.
NEDİR BU SOFİSTLERDEN ÇEKTİĞİMİZ?
Bu farkı ortaya koyduktan sonra, gelelim hakikatin kaybolmasına. Post modern dünyanın hakikati, en azından hakikatin önemini yok etmesinin tehlikesine. Bu tehlike başta da belirttiğimiz gibi hemen hemen her çağda az ya da çok vardı ve var olmaya da devam edecek. Felsefe dünyasında bu düşünceyi ilk sokanlar da birkaç haftadır üzerine yazmaya çalıştığım Sofistlerdir. İlk Sofistlerden olan Gorgias, “Gerçek yoktur, varsa da bilinemez, bilinse de anlatılamaz” diyor. Yukarıda yaptığımız gerçek ve hakikat ayrımı üzerinden değerlendirecek olursak, Gorgias gerçek üzerinden hakikate ulaşmanın yolunu tıkamıştır diyebiliriz. İlk Sofist Protagoras ise ünlü sözü “İnsan her şeyin ölçütüdür”den yola çıkarak “ne kadar insan varsa, o kadar gerçek vardır” sonucuna varır. O da gerçekle ilgili müthiş bir görecelik koyar ortaya. Bu, öyle bir göreceliktir ki genellemelere, tümele yani tanıma gitmemizi engeller, dili bile kurgulamamızı imkânsız hale getirir. Gerçeğin yok, bilinemez, anlatılamaz diye tanımlanması, hakikate ulaşmanın yolunu tıkarken, insandan insana değişiyor olduğu iddiası da ortak bir gerçeklikte buluşulmasını, aklın da bu gerçeklikten ortak bir bilgiyi yani ortak bir hakikati üretmesini engellemektedir.
SOFİSTİK DÜŞÜNCEDEN POST MODERN DÜNYAYA…
İşte 2.500 sene önce Sofistlerin açtığı bu yol sonunda post modern bir dünyaya vardı. Bugün bilen bilmeyen herkesin her şeyi söylemeyi kendinde hak gördüğü, gerçeği, dolayısıyla da hakikati dilediği gibi çarpıtabildiği post modern bir dünya. Öyle ya… Madem gerçek yani veri herkese göre değişiyor, onu özgür bir birey olarak istediğim gibi eğip bükebiliyorum, o zaman o veriden akıl yoluyla üreteceğim bilgi yani hakikat de eğilip bükülebilir, her kaba uydurulabilir. Düşünsenize… İşlerini yapmak için manipülasyona muhtaç olan siyasetçiler, pazarlamacılar, reklamcılar, kişisel gelişimciler gibi hakikat katilleri için ne kadar da elverişli bir ortam.
Bilmeyenler için de öyle… Bilmediği konularda ahkâm kesen insanlarla dolmadı mı ortalık? Herkesin her şeyi söylemeye hakkı olduğuna inanılan, herkesin fikri değerlidir denilen tuhaf bir dönem. Hiçbir argümana, dolayısıyla hiçbir akıl yürütmeye dayanmayan sözleri söyleyenlere “saçmalıyorsun” dediğinizde artık sığınacakları çok güvenli bir liman var. “Ben böyle düşünüyorum, benim fikrim böyle” deyip çıkıveriyorlar işin içinden. Yahu argümanın yok, yani sen düşünmedin ki fikrin olsun. Saçmalayan insanın “benim fikrim böyle” sözünün tercümesi şudur aslında. “Bu tartışmayı burada keselim. Benim de özgürce düşünme(me) hakkım var.” Tabii, demokrasi var ya, o zaman senin de saçmalama hakkın var. “Gerçekten, hakikatten istediğin kadar kopabilir, beni de istediğin gibi yönlendirebilirsin” mi diyeceğiz karşımızda düpedüz saçmalayan insana? Bu varsaydığı demokratik haktan yola çıkarak bir de şunu söylüyor post modern insan: “Bu benim fikrim bu ve buna saygı duymalısın.” Sanırım Protagoras’tan, aslında onu biraz da yanlış anlamış olmasından alıyor bu cüreti. Onun saçmalamalarına saygı duymalıyım, çünkü gerçeğin, dolayısıyla hakikatin de ölçütü insan, yani kendisi. Yahu ölçütü senin olduğun bir gerçekliğe neden saygı duyayım ben? Sen evrensel bir gerçekten yola çıkarak bir hakikate ulaşmadın ki. Kendi uydurduğun gerçekten yola çıktın ve saçma sapan bir sonuca vardın. Neden saygı duymak zorunda olayım? Bu saygı talebi, haksızların haksızlıklarını varsaydıkları haklarının arkasına gizlemekten, gerçekten hakikate varan aklı yok saymaktan başka bir şey değildir.
Post modern dünya gerçeğin de ölçütünü öylesine insana bağladı ki, Platon’un deyimiyle ‘Sofistlerin yarattığı kaos ortamı’na geri döndük. Her şeyin ölçütü evrensel kurallar, doğa değil de insan, hem de birey olarak insan olunca, herkesin sözü önemli, herkesin fikri değerli oluverdi. Kişisel gelişimci şarlatanların da “Her şeyden önce sen varsın. Sen her şeyden önemlisin” safsatalarıyla iyice körükledikleri bu birey güzellemelerinin sonucu olarak önce gerçeği sonra da hakikati kaybettik. Başımız sağ olsun.