Gönç Selen
Felsefe olmasaydı bilgisayar olmazdı!
Bilim ve felsefenin verdiği cevaplar farklı olsa da en temelde sorduğu sorular daha doğrusu sorgulama biçimi aynı değil mi? En azından temel bilimlerle felsefenin sorgulama biçimi aynı. Bu anlamda temel bilimler, yeni bir sorgulamaya giriştikleri anda aslında analarının kucağına geri dönerler. Yani bu sorgulamayı felsefenin alanında, felsefenin evinde yaparlar. Bir anlamda temel bilimler alanında çalışan bilim insanları yepyeni bir şey sorguladıklarında aslında felsefe yapıyorlardır.
Ne garip bir başlık değil mi? Hayır yani ne alakası var? Nereden bağladın şimdi bilgisayar gibi teknolojik bir ürünü felsefeye? Müsaade buyurur ve biraz da sabır gösterirseniz anlatayım efendim.
SONUÇ CÜMLESİNE DEĞİL, ARGÜMANLARA BAKMAK LAZIM.
Bu yazının başlığı aslında bir sonuç cümlesi. Yani basit (gerçekten de çok basit) bir akıl yürütmenin sonucu. Bu cümleye karşı çıkmak elbette mümkün ama önce bu noktaya nasıl ve nereden geldiğine bakmak, yani hangi argümanlarla, başka bir değişle nasıl bir akıl yürütmeyle bu cümleye ulaşıldığına bakmak gerek. İtiraz varsa da aslında o cümleye değil, bizi oraya vardıran akıl yürütmeye (argümanlara) itiraz etmek gerekir. O argümanlar sıralanırken bir mantık hatası yapılmış mı, düşünce silsilesinde eksik gedik bir şeyler var mı, akıl dışı önermeler kullanılmış mı, yanlış ve yanıltıcı bilgi içeriyor mu? İşte bunlara bakmak lazım. Çünkü olabilir… Ben de her şeyi doğru düşünemiyor, bazı şeyleri bilmiyor ya da yanlış biliyor olabilirim. Hatta sizi kendi uydurduğum, akıl dışı bir cümleye sırf öyle olması işime geliyor diye inandırmaya çalışıyor olabilirim.
TEMEL KAVRAMLARIMIZ HAKKINDA…
Şimdi gelin hep birlikte bazı sözcüklerin, kavramların çıkış noktalarına ve anlamlarına dair zihinsel bir sondaj yapalım. Öncelikle varlığını felsefeye bağladığımız bilgisayarla başlayalım. Aslına bakarsanız bilgisayar bu yazıda anlatmak istediğim düşünce için rastgele seçilmiş bir alet. Başlıkta onun yerine herhangi başka bir teknolojik aleti ya da buluşu da koyabiliriz. Televizyon, MR cihazı ya da elektrikli süpürge… Hepsi de anlatmak istediğim esas mesele için aynı derecede güçlü birer örnek olabilir. Ama madem bilgisayar dedik, hadi oradan devam edelim… Mekanik bir alet olarak icat edilmiş bilgisayarın tarihçesi 1830’lara kadar gidiyor. Bugün gündelik hayatımızda kullandığımız dijital bilgisayarın ise bazı kaynaklara göre 1930’larda Almanya’da bazılarına göre ise 1940’larda ABD’de üretildiği söyleniyor. Bugün yaygın olarak kullandığımız kişisel bilgisayarlar ise şunun şurasında otuz, bilemediniz otuz beş yıllık bir geçmişe sahip. Bilgisayar hepimizin de kabul edeceği gibi pozitif bilimlerin bir çıktısı olan teknolojinin ürünü. Yani kaynağını pozitif bilimlerden alan gelişmiş sanayinin ürettiği ve hayatımızı kolaylaştıran bir alet. Bilgisayar için bu kadar temel bilgi yeter. Daha fazlası bu yazının konusu olmaktan çıkar, amacından da uzaklaştırır. Zaten ne daha fazlasını dile getirmek için benim bilimsel bilgim yeterli olur ne de sizler bu mecrada daha fazlasına tahammül edebilirsiniz. Merak eden bilimsel makaleler üzerinden araştırma yapabilir.
Gelelim felsefenin ne olduğuna… Daha önceki yazılarımda da belirtmeye çalıştığım gibi bu kavramı tanımlamak o kadar kolay değil. Ama basit bir şekilde tanım yapacak olursak felsefeyi icat edenlerin yurduna bir uğrayıp ‘Antik Yunanca’dan gelen etimolojik çözümlemesine bakabiliriz. Basitçe ‘philo’ ve ‘sophia’ kelimelerinin bir araya gelmesinden türetilmiş ve kelime anlamı olarak bilgelik dostluğu, sevgisi, bilgeliğe karşı duyulan arzu diyebiliriz. Buradaki bilgelikten kasıt salt bilgiye sahip olmanın arzusu değil, o bilgiyi üretmeye karşı duyulan arzudur. Sokrates’e kadar bu arzu büyük bir çoğunlukla evreni anlamak üzerine kuruluydu. Sokrates öncesi filozofların bütün merakları evrenin, maddenin nasıl var olduğuna, onun tözünün (cevher – arkhe), yani bölünemez, değişmez en küçük parçasının ne olduğuna dairdi. Bir anlamda bugünkü pozitif bilimlerin, bilimsel düşüncenin en temel haliydi. Evrene, onun oluşumuna ve ana maddesine karşı insanın durduramadığı bu merak felsefenin de temellerini oluşturuyordu. Bu merakı gidermenin biricik yolu gözlem yapmaktı. Tıpkı bugünkü bilim insanlarının doğada ve laboratuvarlarında yaptıkları gibi. Ama onun da öncesinde, insanı bu meraka sürükleyen ve bu merakın hiç bitmemesini sağlayan ‘sorgulama’ vardı. İşte belki de en temel biçimde bu sorgulama, evreni, doğayı, insanı anlamak için sorulan bu sorular oluşturdu felsefenin de temellerini.
SORULAR VE CEVAPLAR
Soruların varlığı insanı ister istemez cevaplara doğru yönlendiriyor. Öyle ya… Ortada bir soru varsa cevapsız bırakmak olmaz. İşte bu noktada ayrıldı bilim kendisini doğuran ‘anası’dır diyebileceğimiz felsefeden. Sokrates kendisinden önce felsefe sahnesine çıkmış olan, ilgilendikleri sorular ve o sorulara verdikleri cevaplar gereği ‘doğa filozofları’ olarak da adlandırılan filozoflardan ayrışarak insanı anlamaya çalıştı. Doğanın bir parçası olan ama aklıyla ve var olduğu kabul edilen ruhuyla, ya da her ikisi de bir bütündür diye adlandırılan ‘tin’iyle doğadan daha karmaşık bir yapı olan insana yöneldi. İnsan davranışlarına, insanı insan gibi yaşamaya iten etik kuralları oluşturmanın derdine düştü. Sokrates’in ve onu takip eden filozofların cevapları doğayı inceleyen filozoflardan farklıydı. Cevaba ulaşma yöntemleri de öyle... Doğayı anlamaya çalışanlar doğaya bakıyor ve duyularına yani gördüklerine, duyduklarına, tattıklarına, dokunduklarına, kokusunu aldıklarına dayanarak cevap üretiyorlardı. Onlar fizikî olarak var olanları anlamaya yöneldiler. Buldukları cevaplar ise ellerindeki veriye göre şekilleniyor ama illâ ki fizikî dünyaya, maddeye dayanıyordu. Diğer taraf ise bunu reddetmemekle birlikte cevaba ulaşma metodu olarak akıllarını kullanıp, onunla da bir şeyler üretebileceklerini söylüyor, gerçeğin sadece fizik dünyanın gösterdikleriyle sınırlı olmadığını, insan aklının ürettiği şeylerin de gerçek olabileceğini savunuyorlardı. İşte bu cevaba ulaşma metodu felsefe ve bilimi birbirinden ayırdı. Bilim kendi yolundan, fizikî dünyasından ilerlemeye devam etti.
FELSEFE CEVAPTAN ÇOK SORUDA SAKLIDIR.
Felsefenin ve bilimin verdiği cevaplar farklı olabilir. Hatta her felsefecinin aynı soruya cevabı farklı olabilir ama bilimin bir soruya tek bir cevabı vardır. Yeni gözlemlerle elde ettiği yeni veriler cevabını değiştirebilir ama o zaman eski cevabını terk eder ve her şeyini yeni cevabı üzerine inşa eder. Felsefe de ise yeni bir cevap eski cevabı yok etmez, sadece farklı bir görüş olarak hayata başlar ve o hayatı sürdürür. Bilim ve felsefenin verdiği cevaplar farklı olsa da en temelde sorduğu sorular daha doğrusu sorgulama biçimi aynı değil mi? En azından temel bilimlerle felsefenin sorgulama biçimi aynı. Bu anlamda temel bilimler, yeni bir sorgulamaya giriştikleri anda aslında analarının kucağına geri dönerler. Yani bu sorgulamayı felsefenin alanında, felsefenin evinde yaparlar. Bir anlamda temel bilimler alanında çalışan bilim insanları yepyeni bir şey sorguladıklarında aslında felsefe yapıyorlardır.
Hadi somut örnekler verelim… Newton başına elma düştüğü için keşfetmedi yer çekimini. O hikâyede düşen elma sadece bir katalizördü ve Newton’u “Bu elma neden düştü?” diye çok basit bir soruya ama derin bir sorgulamaya yöneltti. Bu sorgulamanın en temelinde olan ‘neden?’ sorusu aynı zamanda “acaba o elma düşmeyebilir miydi?” sorusunu da içerir. İşte bilim insanının bu temel soruyla haşır neşir olduğu dönem felsefî sorgulamadır. Peki “bu elma nasıl düştü?” sorusuna vardığında ne olur? İşte o zaman bilimsel yola girmiş demektir ve Newton kadar becerikli bir bilim insanıysa kütle çekim formülü olarak F=G.((m1).(m2))/r2 cevabına ulaşır. Artık bu cevap matematik diliyle verilmiş bilimsel bir cevaptır ve pek çok yeni bilimsel bilginin ve teknolojik çıktının yolunu açmıştır. Einstein da izafiyet teorisini ortaya atmadan önce benzer bir sorgulama sürecinden geçmiş, fizikte olduğu kadar felsefede de önemli bir kavram olan zaman ve zamanın algısını felsefî bir yöntemle sorgulamış, sonrasında ise bilimsel yöntem ve dille E=mc2 cevabına ulaşmıştır.
TEMEL VE UYGUMALI BİLİMLERİN FARKI
Biz ise bu akıl yürütmemizden şu sonucu rahatlıkla çıkartabiliriz. Temel bilimlerin (fizik, kimya, biyoloji, astronomi, anatomi, jeoloji) temsilcisi olan bilim insanları yeni bir keşif öncesi onları bilimsel yola sokan ‘nasıl?’ sorusundan önce felsefî sorgulamanın temeli olan ‘neden?’ sorusunu sorarlar. Onların yeni keşiflerine giden yol işte bu felsefî soruyla başlar.
Tıp, genetik, farmakoloji gibi uygulamalı bilim dalları ya da mühendislik becerisi gerektiren teknoloji gibi alanlar temel bilimlerin felsefî soruşturmayla başlayarak ürettiği bilgiden yararlanır ve yeni icatlar yaparlar. O alanda da çok değerli bilim insanları çalışır ve insanların ya da doğanın işine yarayacak aletler, yazılımlar hatta hizmetler üretirler. Ama temel bilimlere mensup bilim insanlarından farkları şudur: İşlerine ‘neden?’ sorusuyla değil ‘nasıl?’ sorusuyla başlarlar. Yani onların bir yenilik icat etmekle ilgili sahip oldukları güdü sonucunun nereye varacağını hesap etmedikleri doğaya karşı bir merak değil, faydadır. “İnsanın hayatını nasıl kurtarırım?” sorusuna cevap olarak ilacı, aşıyı icat ederler, “İnsanın hayatını nasıl kolaylaştırırım?” sorusuna bilgisayarı icat ederek, onu geliştirerek cevap verirler. Elbette onlar da bilimsel bir çıktı elde ederler. Elbette onlar da bilim insanıdırlar. Ama yaptıkları işteki motivasyonları temel bilimlerdeki meslektaşlarından farklıdır. Temel bilimlerle uğraşan bilim insanları Aristoteles’in Metafizik kitabının ilk cümlesi olan “insan doğal olarak bilmek ister” önermesinin peşinden gider. Yani onların motivasyonları sadece doğayı keşfetmeye, onu anlamaya karşı duydukları dizginlenemez meraklarıdır. İşte o merakı giderebilmek için de önce en temel felsefî sorulardan yola çıkarlar. Diğer bilim insanlarının motivasyonları ise daha önce de belirttiğim gibi insanın ya da doğanın yararına olan bilimsel bir çıktıyı bazen bir ilaç, bazen de teknolojik bir alet olarak sunmaktır.
FELSEFE – TEKNOLOJİ İLİŞKİSİ
Şimdi gelelim en baştaki meselemize… “Felsefe olmasaydı bilgisayar neden olmazdı?” Çünkü bugün kullandığımız bilgisayarı üreten teknoloji kuantum fiziğinin bir çıktısı olan ‘çip’e muhtaçtır. Kuantum fiziği de ortaya çıkabilmek için işte o felsefî soruya, ‘neden?’ sorusuna muhtaçtır. O temel soru sorulmadan kuantum yoluna girmek, kuantum yolunun bilimsel cevapları (henüz matematiksel olarak kanıtlanmamış olsa da) olmadan ‘çip’e ulaşmak, ‘çip’e ulaşmadan da bilgisayarı üretmek mümkün olmazdı.
BUGÜNÜ ANLAMAK, GELECEĞİ KURGULAMAK…
Bu yazıdaki derdim elbette ki felsefeye fazladan bir değer atfetmek değil. Hâşâ… Felsefenin benim atfedeceğim değere ihtiyacı yok elbette. Bilimsel bilgiler konusunda ahkâm kesme, temel bilimler ve teknoloji arasında bir değer hiyerarşisi kurma derdinde de değilim. Benim tek derdim bugün, gündelik hayatımızı etkileyen, şekillendiren, yön veren unsurların aslında insanlık tarihinde nasıl bir akıl yürütmenin ve buna bağlı olarak nasıl bir gelişimin sonucu olduğuna dair bir zihinsel sondaj yapmak. Çünkü yaşadığımız hayatı ancak böylesi bir zihinsel yolculukla anlayıp anlamlandırabileceğimizi, geleceği de ancak bu bilinçle kurgulayabileceğimizi düşünüyorum. Öne sürdüğüm bu argümanlara karşı çıkan olursa onların karşı argümanlarını duymaktan okumaktan çok büyük bir keyif alacağımı söylemek isterim. Beni kendi argümanlarına ikna ederlerse fikrimi derhal değiştirip onların safında yer almaktan da mutluluk duyarım.
Not: Online felsefe tartışmalarında yeni bir grupla beraberim. Bu yeni gruptaki arkadaşlarıma teşekkürü bir borç bilirim. Zira sordukları zekice sorularla beni bu yazıyı yazmaya yüreklendiren onlardır.