Kerem Gürel
Dinleniyor musunuz?
Özgüven patlaması yaşayan insanlar zamanındayız. Narsisizme kayan bir bencilliğin şafağı bu. Haliyle bilgiyi parmak uçlarında hisseden, ellerindeki ekrana iki tıkla o bilgiyi ayağına sereceğine inanan bireyler, karşısındakinin bilgisine, tecrübesine değer vermemeye yöneliyor. Evde eşler birbirini, okulda öğrenci öğretmeni, öğretmen öğrenciyi, patron çalışanı, baba oğlunu, kız annesini, torunlar dedesini dinlemiyor. Dinlermiş gibi yapıyor ama çoğunca dinlemeyip duyuyor sadece. Başı göğe ulaşan egosantrik beyinli zamane insanı konuşan kişinin yaşı, mevki ne olursa olsun onu dinlemeye değer görmemeye başlıyor.
“Bu öykü Herkes, Birisi, Herhangi Biri ve Hiç Kimse adlarında dört kişi ile ilgilidir. Yapılması gereken önemli bir iş vardı ve Herkes bu işi Birisi’nin yapacağından emindi. Birisi bu duruma sinirlendi çünkü iş Herkes’in işiydi. Herkes işi Herhangi Biri’nin yapabileceğini düşünüyordu. Fakat Herkes’in o işi yapamayacağını Hiç Kimse anlamamıştı. Sonuçta Herhangi Biri’nin yapabileceği bu işi Hiç Kimse yapmadığından Herkes, Birisi’ni suçladı.’’ İnternette dolaşan ve iyi bilinen bu öyküde belli ki Herkes, Birisi, Herhangi Biri ve Hiç Kimse birbirini can kulağıyla dinlememişti. Çevremizden gelen ses titreşimlerini (16-20000 Hz) işitme duyusuyla algılayıp daha öncesinde edindiğimiz bilgi ve deneyimler vasıtasıyla anlamlandırdığımız dinleme faaliyeti, iletişimin en temel basamaklarından. Bilişsel açıdan meşakkatli olan dinleme konuşmanın da ötesine bir anlama ve değere sahip ve pek tabii duymayı da kapsayan çatı bir süreç. Sosyal yaşamın, sevginin, saygının ve iletişimin devamı için dinlemenin önemi hemen her çağda düşünürler ve topluma yön veren insanlar tarafından ortaya konmuş. “Söz söylemek için önce dinlemek gerektir. / Sözlerini duymadıkça / dinlemedikçe karşındakinin hâllerini nereden bileceksin?” der mesela Mevlana. Benzer bir mesajı Yusuf Has Hacip’de de görebiliriz. Şöyle der büyük düşünür: “Vücudun nasibi ağızdan girer, ruhun nasibi ise doğru sözdür ve hep kulaktan girer”
Dinlemek tevazudur. Ağırbaşlılıktır. Değer vermek, önemsemektir. ‘Ben’i ezip karşısındakini öne çıkaran, empati kuran, öğrenmek, anlamak isteyen insanın tavrıdır dinlemek. ‘Ben’le başlayan ‘Ben’i öne çıkaran, kendi duygusunu, kendi düşüncesini ortaya koyma çabasındaki konuşmadan daha ötedir bu nedenle.
Cümlenin
sonunu bekle
Konuştuğunuzda anlarsınız karşınızdakinin sizi dinleyip dinlemediğini. Zira biliriz ki dinlediği zannedilen pek çok insan aslında dinlemeyip konuşma sırasının kendilerine gelmesini beklemektedir. Dedik ya konuşma çoğunca bencildir. Kendini öne çıkarır. Basittir çünkü. Ağızdan çıkanın doğruluğuna bakmadan kolayca ortaya konabilir. Kişiye özgüven verir. Etrafa rastgele sıkılan tabancanın verdiği sahte bir özgüvendir bu. Beceriksiz ellerde kazaya sebep verir; iletişim kazalarına. Kalp kırar, gurur kırar, yuva yıkar. Ehil ellerde olmalıdır. Olunca da tadından yenmez ya…
Dinlemekse bambaşka bir meziyettir. Kişinin yetiştiği ortama bakar. Karakterini anlatır. Erdemini ortaya koyar. Alçak gönüllülüktür. Sabır ister. Bu konuda bakın Fransız filozof Jacques Ellul ne diyor: “Gördüğüm şeyin anlamını kavramam için beklemem gerekmez. Fakat henüz başlamış bulunan cümlenin tam anlamını kavrayabilmem için, daima beklemem gerekir.’’ Türkçe gibi eylemi en sona bırakan bir dilde ise dinleme eylemi daha fazla sabır ister. “Cümlenin sonunu bekle’’ der insana. Oysa hıza odaklanmış ve bireyi öne çıkaran, yapış yapış bencilliğe sarmalanmış günümüzde nitelikli dinlemek pek az insanın ortaya koyabildiği bir meziyet. Bugün görselliğin parlak çağını yaşıyoruz. Dinlemek, okumak yerine görme ve izlemenin peşindeyiz. Oysa görsel zenginlik gözümüzün önünden akan imajlar seli oluşturur. Ve bu sel ne denli kuvvetli olursa insanın kendiyle çevresini saran dünya arasındaki mesafeyi arttırır. Bu durum kişinin düşünme kabiliyetine zamanla ket vurur. Sonuç olarak aslında dinlemeyen ama “dinliyormuş gibi’’ yapan insanlar çevirir etrafımızı.
Mış gibi dinleme
Aydınlanma çağından bugüne yere göğe sığdırılamayan bir bireycilikle karşı karşıyayız. Mevcut düzen hemen herkesi egosunu evrenin merkezine kondurması konusunda yönlendiriyor. Özgüven patlaması yaşayan insanlar zamanındayız. Narsisizme kayan bir bencilliğin şafağı bu. Haliyle bilgiyi parmak uçlarında hisseden, ellerindeki ekrana iki tıkla o bilgiyi ayağına sereceğine inanan bireyler, karşısındakinin bilgisine, tecrübesine değer vermemeye yöneliyor. Evde eşler birbirini, okulda öğrenci öğretmeni, öğretmen öğrenciyi, patron çalışanı, baba oğlunu, kız annesini, torunlar dedesini dinlemiyor. Dinlermiş gibi yapıyor ama çoğunca dinlemeyip duyuyor sadece. Başı göğe ulaşan egosantrik beyinli zamane insanı konuşan kişinin yaşı, mevki ne olursa olsun onu dinlemeye değer görmemeye başlıyor. Dedik ya dinleme tevazudur, ağırbaşlılıktır diye. İşte bu çağ dinlemenin arzu ettiği bu tevazuyu ve ağırbaşlılığı çok görüyor bu nesillere. Oysa dinledikçe karşımızdakine “Benim için kıymetlisin, önemlisin.” mesajı vermiş olmuyor muyuz? İletişim imkanlarının bu denli geliştiği, her şeye/ herkese bir tuşla ulaşabildiğimiz; iletişime dair bilimsel çalışmaların bu kadar geliştiği bir zamanda iletişimin kısırlaşması, dinlemenin kadükleşmesi anlaması zor bir ikilem. Bilgiye, deneyime ve daha pek çok şeye teknoloji sayesinde ulaşan insan için başkalarının bilgisi, başkalarının deneyimi önemsiz hale geldi. Bunun sonucunda da asgari iletişimle azami fayda sağlandığı yanılgısı oluştu. Oysa insanlığın mayası iletişimle ve dinlemeyle atılmadı mı? Yağmurlu bir akşamda elektrikler gittiğinde yapılan aile sohbetleri gibi sohbetlere; “mış gibi yapmayan’’ bizi gerçekten dinleyen insanlara muhtacız. Dinlemek değer vermektir çünkü. Çokça konuşan ama az dinleyen bir toplum olarak epeyce de dinlenmeye ihtiyacımız var zira.