Kerem Gürel
Çocukluğun ‘büyük’ olduğu zamanlar!
Elimize değen en elektronik aletin el feneri olduğu yıllardı. Uzaktan-kumandanın icat olmadığı ama kanal sayısının henüz ikiyi üçü bulduğu zamanlar… Organik uzaktan kumanda olarak vatani hizmetimizi tamamlıyordu çoğumuz. Evde ayak altında dolaşmayalım diye dışarı kovulurduk çoğunluk... Kendi eğlencemizi yaratmak aslî görevimiz olmuştu bu yüzden.
Çocuk olmanın saflığını bir hale gibi sokaklarda taşıdığımız yıllardı. Kara kara karpuzların kıpkırmızı çıkardı içleri ve ilk ısırıkta akardı domateslerin suyu dirseğimizden. Az bilip çok yaşardık.
Keyifle.
Yaşam lezzetini, diyar diyar dolaşan homini gırtlakların programlarında ya da lüks bir konakta, olmadı bir plazada geçen dizilerin illüzyon dünyasında aramazdık. Bizim Sermet Erkin’imiz vardı zaten.
Mahalle vardı o zamanlar. Yeminle bak mahalle diyorum! Öyle muhtarlık tabelasında sallandığı ya da devletin bir gecede köyden devşirdiği için mahalle olanlardan değildi bizimkisi. Şimdilerde nesli tükenen hayvan muamelesi yapılan, gezen tavukların adımladığı, doğal insanların yaşadığı, doğal mahalle. Film seti felan da değildi ha!..
Çeşme vardı mesela. Ta “YE SE E” (YSE: Yol-Su-Elektrik) zamanından kalma. Mahallenin ortasında bir sokak çeşmesi. Musluklu, sulu felan. Sular kesildiğinde plastik bidonlarla önüne dizildiğimiz. Faruk Nafiz Çamlıbel'den Ferdi Tayfur'a ilham kaynağı.
Taze ekmeğin peynirle düeti
Camları isli küçücük bir bakkal dükkanımız bile vardı. Sahibi Bilal Dayı. Başında takkesi ve göğsüne uzanan ak sakallarıyla rüyadan izne gelmiş gibi görünen sevimli bir ihtiyardı. Bakkalının önünde otururduk bir gün çok zengin olup kutu kolaları divanın altında stok yapmayı hayal ederdik soğan cücüğünü aşmayan hayallerimizde. Elimizde bardak hesabıyla alıp ceplerimize doldurduğumuz çekirdekler olurdu çoğunca. Bir de gülüşümüze sıkışmış siyah kabuklar.
Kaynanalar'daki Tijen'i bilirdik de hijyeni bilmezdik tabii o yıllarda. Bilseydik de umursamazdık ya zaten. Yarım kilo peynir iki de ekmek al gel derdi annemiz. Jet gibi koşar dalardık selamsız sabahsız bakkalın içine. Şey’lerle, ıııı’larla es vererek bir yarım kilocuk peynir isterdik biz de Bilal Dayı'dan. Her neyle uğraşırsa uğraşsın kalkar doğruca teraziyi hazır ederdi önce. Bir kefede ağırlık diğer kefede gazete ve naylon parçası. Oflaya tıslaya buzdolabına gider koca peynir tenekesini çıkartıp daldırırdı ellerini yeşilimsi soğuk suya. Kesilen parça tartılır özenle önce ambalaj naylonuna ardından gazeteye sarılıp paket lastiğiyle tutturulur, ekmekse gazete kağıdına sarılı verilirdi. Sabah kahvaltılarımın hala solmayan hatırasıdır taze ekmeğin o peynirle düeti.
“Koş çabuk eve, annen seni arıyor!”
Ama bak mahallenin temiz çocuklarıydık biz yine de.
Bu detayı atlamayalım lütfen!
Pislik yapmaz, pisliğe de bulaşmazdık. "Bok" bile demezdik mesela. Çukura düşmez, vadiye inmez, eşkıya dünyaya hükümdar olur mu olmaz mı diye düşünmezdik bile.
Utanınca kızarırdık.
Akşam ezanına kuruluydu saatlerimiz.
Tek tük geçerdi mesaimiz ezanı. Ve işte dananın kuyruğu öküzün boynuzu böyle zamanlarda kopardı.
Sokakta rastlanan herkes ağız birliği etmişçesine gözdağı verir, yüreğime korku salardı bu anlarda;
"Eve koş, annen seni arıyor."
!!!
Hemingway çanları kimin için çaldırdı bilmezdim ama bu cümlenin benim yazıya dökülmemiş sözel dönem idam fermanım olduğunu iyi bilirdim. O edepsiz zangoç pis bir keyifle çanları idamımın şerefine çalıyor olabilirdi bir yerlerde. Cennetten çıkma olduğu rivayetiyle allanıp pullanmış dayağın evimize uğrayıp hâl hatır sorduğu zamanlar olabilirdi bunlar. Kimi zaman oklava kılığında kimi zamanda uçan bir terlik rolüne bürünebilir bir “merhaba” deyip hızla uzaklaşabilirdi olay yerinden ama şükür ki Yaradan şefkat konusunda cimri davranmamıştı anneme!..
Uzaktan-kumandasız yıllar!..
Kilometre kareye düşen çocuk nüfusun kafasını gözünü yarmadığı mahallelerdendi bizimkisi. Taner vardı mesela. Şehlaydı gözleri. Ara sıra gıcıklaşır, küser barışır sonra yine küserdi. Garip bir zevk mi alırdı bu kısır döngüden hiç bilemedim.
Sonra Oktay vardı. Bizden birkaç yaş büyük. Satranç oynarken hep tepeden bakarak yenerdi bizi. Ayar olurdum onun bu ağır abi tavırlarına.
Bir de Alper vardı tabii. Çok iyi çocuktu bak Alper. İyi anlaşırdık. Dilinin tutulduğu kekemelik anlarında bakışlarından çözerdim şairin burada ne demek istediğini. Biraz içine kapanıktı. Yürekliydi ama. Kaşının üstüne atılan dört dikişe rağmen nasıl tek damla göz yaşı dökmediğini eski kahramanlık destanlarının satırlarından okur gibi anlatırdı bize. Pür dikkat dinlerdik bu yerli Vergilius’umuzu.
Elimize değen en elektronik aletin el feneri olduğu yıllardı bunlar. Uzaktan-kumandanın icat olmadığı ama kanal sayısının henüz ikiyi üçü bulduğu zamanlar… Organik uzaktan kumanda olarak vatani hizmetimizi tamamlıyordu çoğumuz. Evde ayak altında dolaşmayalım diye dışarı kovulurduk çoğunluk. Kendi eğlencemizi yaratmak aslî görevimiz olmuştu bu yüzden.
Odunlukta kurulan dedektiflik bürosu
Yine bir gün Serdarla Alper'in kendilerine eğlence aradıkları zamanlardayız.
Ellerinde nereden temin edildiği meçhul plastik bir büyüteç görüyoruz. Bir ihtimal ki çekilişli çikletlerin birinden çıkmış. Dakikalardır evirip çeviriyorlar. İnsanlığı pis bir virüsten kurtarma gayretindeki İsveçli bilim adamı ağırlığı var yüzlerinde.
Sonunda düşündükçe şu hayatta büyüteçin en fazla yakışacağı elin bir dedektif eli olduğuna karar veriyorlar. Mahalle tarihinde ve belki de o şehrin tarihinde ilk dedektiflik bürosunu kurmaya karar veriyorlar. Ama ülkenin 70 sente bile muhtaç olduğu günler çok uzak değil. Bu yoklukta büro kurmak kolay iş mi?
Serdar'ın aklında dolaşan tilkiler fısıldıyor kulağına. Karşı apartmanın odunluğuna sızmaya karar veriyorlar. Mekân işi tamam. Yarı karanlık ve rutubetli hava daha bir ağırlık katıyor mahallenin ilk dedektiflik bürosuna. Yerler süpürülüyor, fare pislikleri kapı dışarı ediliyor.
İki meşrubat kasası ters çevriliyor ve biri masa diğeri de makam koltuğu olarak merhaba diyorlar yeni yaşamlarına. Serdar kuruluyor hemen makam koltuğuna. Garibim Alper. Yüksek gerilim direği gibi dikili kalıyor büronun orta yerinde.
İki onluk çivi ile üretilen “telsiz”
Bir şey eksik. Hep bir şeyler eksiktir zaten.
Telefonun cebe girmediği bu yıllarda iyi ama yerli üretim Sherlock Holmes'imiz ile Dr. Watson'ımız nasıl haberleşecekler? Ya bir davada sürdükleri iz onları savurur da hafazanallah birbirlerine ulaşamazlarsa? Hemen olaya el atıyorlar. Böyle Ar-Ge CERN'de yok.
Yapılan küçük bir tahkikat ve ele geçirilen iki küçük ağaç parçası. Dikdörtgenler prizması bildiğin. Altı yüzlü, sekiz köşeli.
İki tane onluk çivi. Çivilerin sağ üst köşeden prizmaya monte edildiğine bakılırsa bunlar birer telsiz.
Ve evet.
Holmes ve Watson artık iletişimde çağımızın parlayan yıldızları olmaya aday. Bir dedektifin, Colombo'dan Gadget'a, isteyebileceği her şey ellerinin altında artık. Bir büro, bir naylon büyüteç ve bir ağaçtan işleme telsiz.
Ancak, fakat, lakin, ama ve hatta amma velakin!..
Yerli üretim dedektiflerimizi yerle yeksan eden ıslak saçlı kem gözlü ve kavimler göçünden beri ağlayan bir son, onların tüm umutlarını tüketiyor. Patileri siyah, beyaz bir kedi giriyor, koca ibikli yaşlı bir horoz ve iki tavukluk haremi giriyor ama Allah'ın kulu girmiyor bürodan içeri.
Çaresiz akşam ezanına müteakip lağvediliyor mahallenin ilk ve son dedektiflik bürosu.
Açılışa gönderilmeyen çelenklerin ve bilumum nebatatın zayi ziyan olmaması teselli armağanı olarak kalıyor bu küçük yüreklerde.!..
Şimdi çocukluk, büyük olmanın küçük hali…
Şimdiki çocukların sanal dünyada "scuba diving"e başladığı yapaylığa inat doğal olan birkaç şeyden biriydi işte bunlar…
Hafızalarda hoş bir sada olarak kalan…
Büyük olmanın keyifli olduğu zamanlardayız şimdi.
Dünya hiç olmadığı kadar refaha, hiç olmadığı kadar tekniğe ve bilime doydu. Doysun diye beklenen gözlerin açlığı depreşti, canavarlaştı ve arada yitip giden çocukluk oldu.
Çocukluk artık büyük olmanın küçük hali.