Kerem Gürel
Bizim büyük eşitsizliklerimiz
Özellikle 20.yy’ın son çeyreğine kadar önce Henry Ford’un temellerini attığı Fordizm’le başlayan verimlilik artışı ardından da refah devleti politikalarının yaygınlaşması toplumsal refahın tabana yayılması esintisini yarattı dünyada. Ancak 70’lerde parlatılmaya başlanan neoliberal politikalar devleti vatandaşın sofrasından kaldırıp zenginlerin sofrasına davet ediyor, sosyal devlet anlayışı ve sendikalaşma çağ dışı bulunup tavan arasına kaldırılıyordu.
Otomotiv dünyasına dair haberleriyle tanıdığımız gazeteci Emre Özpeynirci’nin bu hafta Gazete Pencere’deki köşesinde yayınlanan haberi “Fakir Alamıyor Zengin Bulamıyor” başlığı ile okuyucunun karşısına çıktı. Habere konu olansa haziran ayından itibaren Türkiye’de satışına başlanacak olan lüks bir SUV araç. Üst donanımlarıyla birlikte fiyatı 10 milyon Türk lirasını aşması beklenen bu lüks araç için Türkiye’ye 222 araçlık kontenjan tanındığını ve hepsi için müşterilerden kaparo alındığını belirten firma yetkilisi ellerinde 300 araç da olsa satabileceklerini ifade ediyordu. Aynı gün gazetenin manşetinde ise bambaşka bir Türkiye fotoğrafı vardı. “Kıyma Ucuz Ama Yok” başlığıyla sunulan haberde piyasada kilosu 130 liraya kadar çıkan kırmızı eti 83 liradan alabilmek için Et ve Süt Kurumu’nun önünde sıraya giren, uzun süre sırada bekleyip eve eli boş dönen vatandaşların sitemi aktarılıyordu.
“Belki de bu dünya başka bir gezegenin cehennemidir” diyordu İngiliz yazar Aldous Huxley. İnsan hırsı, tutkusu ve ihtirası ile dünyada varolduğu günden bugüne zannetmiyorum ki bu yaşlı gezegen bir cennet olsun. Özellikle tarımla elde edilen “fazla ürün”ün insandaki sahiplenme, tüketme arzusunu da gün yüzüne çıkarttığı aşikâr. Ve sonrası malum… İnsanlık tarihi dediğimiz şey aynı zamanda eşitisizliklerin de tarihidir. Evet belki dünya eşitlik açısından bir cennet olamadı ancak bu denli de cehennemî olmamıştır.
Nereden nereye…
İngiltere merkezli uluslar arası yardım kuruluşu OXFAM’ın raporunda BM Genel Sekreteri Antonio Guterres içinde bulunduğumuz durumu şöyle özetliyor: “Covid-19, inşa ettiğimiz toplumların kırılgan iskeletindeki kırıkları gösteren bir röntgen cihazına benzetiliyor. Dünyanın dört bir tarafındaki yanlış düşünceleri ve yalanları ifşa ediyor: Serbest piyasanın herkese sağlık güvencesi sağlayabileceği yalanı, ücretsiz bakım emeği işinin gerçek bir iş olmadığı kurgusu, ırkçılık sonrası bir dünyada yaşadığımız safsatası, hepimizin aynı gemide olduğu miti. Hepimiz aynı denizde seyrediyor olsak da bazılarının lüks yatlarda seyahat ederken diğerlerinin savrulan bir enkaza tutunmaya çalıştığı çok açık.”
Geçen hafta İletişim Yayınları’ndan çıkan “Eşitsizlikler Kitabı-2000’ler Türkiyesi’nde Gelir, Tüketim ve Değişim” kitabında Oğuz Işık da bu konuyu ele alıyor. Öncelikle eşitsizlik yerine neden eşitisizlikler dediğini şu şekilde ifade ediyor Işık: “Eşitsizlik farklı yüzleri, farklı görünümleri olan bir olgu. Üstelik bunlar, biri diğerinden türetilebilecek, birini çözdüğünüzde, diğerini de çözmüş olacağınız yüzler değil…eşitsizlikler sadece kimin ne kadar para kazandığını belirlemiyor, çocuğunuza aldığınız oyuncaktan tutun da kahvaltı masasına neler koyduğunuza, ne kadar zeytinyağı tükettiğinizden ailenin gençlerinin üniversite sınavlarına nasıl hazırlandığına, hatta kimin kimle evlendiğine kadar gözle görülmesi kolay olmayan bir dolu alana sızıyor, izini bırakıyor. Gündelik yaşamın bu denli içinde olduğu için de kolay görünen, hemen kokusunu alabileceğiniz bir şey değil. Oysa gündelik yaşamlarımız, bu eşitsizlikleri var kabul edip, onun üzerine kuruluyor. Bu görünmezlik, bu her an her yere sızmışlık, eşitsizlikler meselesini sinsi, tespit edilmesi hem kolay hem de çok zor hale getiriyor.”
Özellikle 20.yy’ın son çeyreğine kadar önce Henry Ford’un temellerini attığı Fordizm’le başlayan verimlilik artışı ardından da refah devleti politikalarının yaygınlaşması toplumsal refahın tabana yayılması esintisini yarattı dünyada. Ancak 70’lerde parlatılmaya başlanan neoliberal politikalar devleti vatandaşın sofrasından kaldırıp zenginlerin sofrasına davet ediyor, sosyal devlet anlayışı ve sendikalaşma çağ dışı bulunup tavan arasına kaldırılıyordu. Dünya “büyüme” kelimesinin sihrine kapılıyorken, kendi ülkelerindeki sanayiyi yüksek kâr amacıyla geri kalmış ülkelere taşıyan batı ekonomisi finansallaşmanın hazzını varıyordu, başta güneydoğu Asya ülkeleri olmak üzere pek çok ülke büyüyen ekonomileri ile dikkat çekiyordu. Oğuz Işık’a göre tüm bu sürecin sonunda solun pasifize olması ile küreselleşmenin kaybedenleri olan orta ve alt sınıf popülist sağın söylemlerine yöneldi. Böylece popülizm -ABD Trump döneminde olduğu gibi- kaybedenlerin sesi olurken bir zamanların emek ve işçi temsilcisi olan sol, iyi eğitimli kesimin partisi haline geldi. Tüm bu proses üst gelir gruplarıyla alt gelir grupları arasındaki makasın daha da açılmasına, vaat edilen/beklenen sonucun asla gelmeyeceği inancının güçlenmesine neden oldu.
Gini Katsayısı ve Türkiye
Türkiye’nin dünyada yaşanan bu süreçten ari olması beklenemezdi. Evveliyatı doksanlar öncesine götürülse de esas değişim rüzgarları 2000’lerle birlikte esmeye başlamıştır ülkemizde. Ancak 2022 itibariyle gelinen nokta milenyuma adım atarken hayal ettiğimiz noktadan bir hayli uzak. Pandeminin de etkisiyle ülkemizde gelir eşitsizliği artmaya devam ediyor. Gelir eşitsizliğini ölçmede kullanılan ölçeklerden en yaygın olanı Gini Katsayısı (Değerin sıfır olması toplumdaki herkesin eşit gelire sahip olduğu mükemmel durumu; 1 olması bir kişinin tüm geliri elde ettiğini ifade ediyor). TÜİK verilerine göre(!) Türkiye’nin Gini Katsayı değeri 0,410’la Avrupa ülkeleri arasında en yüksek değeri/en büyük gelir eşitsizliğini işaret ediyor. TÜİK verilerinden devam edersek: “…en yüksek eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert gelirine sahip yüzde 20'lik grubun toplam gelirden aldığı pay bir önceki yıla göre 1,2 puan artarak %47,5'e yükselirken, en düşük gelire sahip yüzde 20'lik grubun aldığı pay 0,3 puan azalarak %5,9'a düştü…Çamaşır makinesi, renkli televizyon, telefon ve otomobil sahipliği ile ekonomik olarak beklenmedik harcamaları yapabilme, evden uzakta bir haftalık tatil masrafını karşılayabilme, kira, konut kredisi ve faizli borçları ödeyebilme, iki günde bir et, tavuk, balık içeren yemek yiyebilme ve evin ısınma ihtiyacını karşılayabilme durumunu ifade eden maddi yoksunluk oranı 2019 yılında %26,3 iken 2020 yılı anket sonuçlarında 1,1 puan artarak %27,4 olarak gerçekleşti.”
Eğitim artık bildiğiniz gibi değil
TÜİK verilerinin özeti Türkiye refah devleti olma hedefinden hızla uzaklaşıyor. Hemen tüm kriz dönemlerinde olduğu gibi zengin gelirini artırırken fakir daha da fakirleşmekte. Toplumdaki bu çarpıklığı görmek içinse sanırım Olimpos’un tepesindeki bulutların dağılması gerek.
Eğitime yönelik çalışmalarıyla tanınan, Yol Ayrımında Türkiye ve Bir Türkiye Hayali kitaplarının yazarı Prof.Dr.Selçuk Şirin yandaki görseli paylaştığı tweetinde “Yoksulluğu gündelik bir mesele olarak tartışıyoruz ama ortada kaybolan üç kuşak var. Çünkü yoksul bir ailede yetişen çocuk, genelde ömür boyu yoksul kalıyor ve kendi çocuğuna da bu yoksulluğu miras bırakıyor. Siyasetin gerçek misyonu bu döngüyü kırmaktır!” diyerek asıl odaklanmamız gereken noktaya dikkat çekiyordu.
Toplumun alt gruplarında yer alan düşük gelirli gruplar için sınıf atlamanın, refaha ulaşmanın en önemli araçlarından biri eğitimdi. Eğitimin bu misyonunu yerine getirebilmesi ancak herkesin yarışa “eşit” noktadan başladığı durumlarda geçerli olacaktır. Oysa bugünün neoliberal düşüncesi bireyi çevresel ve ekonomik şartların göz ardı edildiği, herkesin aynı kalitede eğitime ulaşabildiği varsayımı ile mücadele sahnesine çıkarmaktadır. Konuyla ilgili olarak Oğuz Işık yukarıda işaret edilen kitabında şunları söyler: “Eğitim Türkiye toplumundaki temel eşitsizlik kaynaklarından biri -eğitim harcamalarına ilişkin değerlendirmeler çok net bir şekilde son 20-30 yılın en temel eğilimlerinden biri olan eğitimde özelleşmenin üst gelir gruplarına yaradığını, giderek bu kesimin neredeyse piyasada tek aktör olduğu bir durumun ortaya çıktığını ve en önemlisi, fırsat eşitliğinin tümüyle yok edildiği bir ortam yaratıldığını gösteriyor.”
2000’li yılların dinamik ve genç nüfusunu gerektiği gibi yönlendiremeyen, demografların “demografik fırsat penceresi” dediği avantajlı dönemi göz göre elden kaçıran ve nüfusu giderek yaşlanan; 2000’lerin başından itibaren ülkeye giren sıcak para sayesinde ucuz kredi ile tanışıp bir anda borçlanma üzerinden refah artışı yaşadığını düşünüp borç prangalarının boynuna geçirildiğini fark edince bir şeylerin yanlış gittiğini düşünmeye başlayan; her geçen gün zenginin daha da zenginleştiği, fakirin daha da fakirleştiği Türkiye’nin özeti için yine sözü -sıkça alıntı yaptığımız kitabından- Oğuz Işık’a bırakalım.
“Eskinin işe yaramadığı, bir tortu olarak ortada durduğu ama yenin de henüz gelmedi bir ülke şu an Türkiye.”