Gönç Selen
Bir kütüphanesi olmalı insanın
Bir evde neden kütüphane olur? Benim için bunun çok basit ve tek bir cevabı var. “Bütün insanlar, doğal olarak bilmek isterler.” Aristoteles’in ‘Metafizik’inin açılış cümlesi olan bu söz, bence koca harflerle yazılıp bütün kütüphanelerin uygun bir yerine asılmalı. Asılmalı ki o kütüphanenin esas varlık amacı hep görülsün, hiç unutulmasın.
KÜTÜPHANE BİLMEK İÇİN YETERLİ MİDİR?
Bu soruya da basit ve tek bir cevap vereceğim, hayır. Tabii bu da tıpkı Aristoteles’in o cümlesinden kendi payıma çıkarttığım anlam gibi verdiğim öznel bir cevap. Evet, birileri için kütüphane bilmek, bilgi sahibi olmak için yeterli olabilir. Benim için neden öyle değil, anlatayım. Bu, elbette bilgiyi nasıl tanımladığınızla ilgili… Kitaplar hiç kuşkusuz bilgi içerir. Ama bir kitabın içerdiği bilgi yazarına aittir, onun ürettiği bir bilgidir. Benim için ise o kitapta yazılı olan şeyler malumattan ibarettir. Şimdi bununla ne demek istiyorum? Ne yani koca koca insanların, Platon’un, Aristoteles’in, Descartes’ın, Sartre’ın, Einstein’ın, Hawking’in yazdıkları basit birer veri mi? Basit değiller ve paha da biçemeyeceğiniz kadar değerliler. Ama mesele bunları hatmetmek, deyim yerindeyse ezberlemek değil. Mesele o kitabın yazarı tarafından üretilmiş bilgiyi bir veri olarak kullanarak kendi bilgini üretebilmek. Bu yüzden bence kitaplarda yazılmış olanları gerçek anlamda anlayıp, oradan kendi bilginizi üretmezseniz, sizin için ‘bilgi sahibi bir insan’ demek pek mümkün değildir. Çünkü yaptığınız tek şey o kitapta yazılanlarla yetinmek ve gerektiğinde onu başka insanlara aktarmaktır. Bunun adı da bilgi sahibi olmak değil olsa olsa “malumatfuruşluk”tur.
“Hegel şunu söyledi, Kant bu konuda şöyle düşünüyor” demek ne kadar anlamlı? O malumatları aldığınız kitaplar herkesin ulaşabileceği şeyler ve okuyarak sizin kadar ben de haberdar olabilirim onların ne söylediklerinden. Esas mesele siz ne söylüyorsunuz? Kant’ın söylediğinden hareketle ürettiğiniz kendi düşünceniz nedir? Ya da başka bir deyişle Kant’ın söyledikleri, ortaya attığınız fikirleri hangi bağlamda destekliyor? Siz bana Kant’ın söylediklerini mi tekrarlıyorsunuz yoksa onun sözlerini kendi fikrinizin bir argümanı ya da kanıtı olarak mı kullanıyorsunuz?
Sözün özü bir kütüphane sanıldığının aksine, bilgi sahibi olmak için yeterli değildir. O kütüphanede depolanmış bilgiyi kendinize bir veri olarak alıp, kendi aklınızla işlemediğiniz sürece, ancak birilerinin söylediklerinden haberdar olabilirsiniz.
KİTAP NASIL OKUNMALI?
Bu konuda da ahkâm kesecek değilim elbette. Ben sadece kendim nasıl okuyorum, okumak eylemine nasıl bakıyorum, bu eylem benim için ne anlama geliyor, kısacası kütüphaneyi nasıl kullanıyorum, bunlar hakkındaki öznel görüşlerimi söyleyebilirim.
Ben felsefe eğitimi almış, bu nedenle de kendi kişisel kütüphanesini esas olarak felsefe ve bilim kitaplarıyla çoğaltmış biriyim. Tabii bunun yanında edebiyat ve güzel sanatlara da ilgi duyduğum için bu alanlardaki yayınları da topladım zamanında. Bir de iş olarak reklamcılık yaptığım için pazarlama ve tanıtımla ilgili fena olmayan bir kitap koleksiyonum var. Ama bu saydığım konularla ilgili sadece edebiyat kitaplarını okudum. İnsanlara hep şunu söylerim. Evet, meslekî eğitimim felsefe. Arada uzunca bir süre felsefeye ihanet edip başka bir iş yapmış olsam da yaklaşık 30 senedir esas işim felsefe ve ben hiç felsefe kitabı okumadım. Bunu söylediğimde insanlar şaşırıyor. Bu kadar senededir felsefeyle ilgileniyorsun, kütüphanen felsefe kitaplarıyla dolu, çok derin olmasa da felsefeyle ilgili yazmaya çalışıyorsun, hatta bu konuda eğitimler veriyorsun ama hiç felsefe kitabı okumamışsın. Nasıl oluyor?
Tabii bu söylediğim de okumak eylemine bakış açımdan kaynaklanıyor. Evet, hiç felsefe kitabı okumadım, çünkü ben o kitaplar üzerine çalıştım. Hem de yıllardır, günler ve daha çok da geceler boyunca. Çünkü bence bir edebiyat eserini, mesela bir romanı okursunuz. Yani onu elinize alır, uzunluğu ve kullanılan dilin yapısıyla doğru orantılı olarak kimini birkaç saatte, kimini birkaç gün ya da haftada bitirirsiniz. Ama felsefe ya da bilim kitaplarını elinize aldığınızda onlarla kurduğunuz ilişki bir romanla kurduğunuzdan çok farklıdır.
Diyelim ki Jean Paul Sartre’ın “Varlık ve Hiçlik”ini çıkarttınız kütüphaneden, koydunuz masanın üzerine. Zaten bu kitabı, “hadi bugün de şunu okuyayım” diye bir roman gibi seçip alamazsınız kütüphaneden. Bir konu ya da alan üzerine, diyelim ki geniş anlamda fenomenoloji, daha da geniş anlamda varlık bilim (ontoloji) üzerine çalışıyorsunuzdur… O zaman bir noktada bu kitabı kütüphaneden çıkartıp masanın üzerine koymak sizin için bir seçim değil bir zorunluluktur. Üstelik ‘Varlık ve Hiçlik’i masanın üzerine koyduğunuz anda bilirsiniz ki sizi başka zorunluluklar bekliyor. Çünkü Sartre bu kitapta hayal gücünün sonucu olan bir hikâye yazmamıştır. Referans verdiği pek çok filozof, edebiyatçı, bilim insanı vardır. Yani başlarda anlattığım gibi Sartre, kendisinden önce üretilip kitaplar aracılığıyla yayılmış olan bilgileri birer veri olarak alıp kendi bilgisini üretmiştir. Örneğin, ‘başkası’ kavramını açıkladığı bölümlerden birinde Edmund Husserl’in bilinç kavramına gönderme yapar ya da onun kitabından bir alıntı yapar. Sizin sıradaki zorunluluğunuz bu kez Husserl’in adı geçen kitabını kütüphaneden çıkartıp Sartre’ın yanına koymaktır. Sartre’ı anlamak için Husserl’deki bilinç kavramı üzerine çalışırken görürsünüz ki o da gider Descartes’a referans verir, ya da ona karşı çıkar. Haydaaaa! Şimdi de Descartes çıktı başımıza. Gider kütüphaneden Descartes’ın ‘Meditasyonlar’ını alır koyarsınız bu kez Husserl ve Sartre’ın yanına. Şimdi de Descartes’ın dünyasına dalmışsınızdır. Ama o da rahat durmaz, gider Platon’a referans verir. Haydi bakalım, neredeydi bu Platon’un diyalogları? Onu da buldunuz ve koydunuz Descartes, Husserl ve Sartre’ın yanına. Oldu mu size dört kitap… Bu yolculuk bazen sekiz-on kitaba kadar çıkar ve siz aslında Sartre’ı anlamak isterken kendiniz 2.400 sene önce yazılmış Platon’un satırları arasında bulursunuz. Yeniden Sartre’ın ‘Varlık ve Hiçlik’ine dönmeniz günler, haftalar hatta belki de aylar alır. Şimdi buna okumak diyebilir misiniz?
BİR KÜTÜPHANE NASIL VE NEDEN GELİŞİR?
Tam da yukarıda anlattığım gibi. Bir yazar, kitabında verdiği referanslarla sizi başka bir yazarların metnine sürükler. O bir başkasına, o da bir diğerine… Daha önce sürüklenmediğiniz bir alana gelirseniz o kitap kütüphanenizde olmadığı için başka bir zorunlulukla karşılaşırsınız. Ya kamuya açık bir kütüphaneye gidip oranın rafından indirip çalışacaksınız ya o kitabı kütüphaneden ödünç alacaksınız ya da sipariş verip kendi kişisel kütüphanenize katacaksınız. Açıkçası ben o kitaplar hep elimin altında olması gerektiği için sipariş verip kendi kütüphanesini mümkün olduğunca genişletmeye çalışanlardanım. Çünkü biraz önce bahsettiğim yolculuğu Sartre’dan başlatıp Platon’a kadar getirmiştik ama benzer bir yolculuk Maurice Merleau-Ponty’den başlayıp yine aynı yoldan aynı kitaplara çıkabilir. Bu yolculuğa da sık sık çıkıyorsanız her seferinde o kitaplar için halk kütüphanesine gidemezsiniz. Gecenin üçünde size o kitaplar lazım olduğunda ne yapacaksınız?
Özetleyecek olursak kişisel kütüphane tamamen yararcı bir nedenle oluşturulur ve geliştirilir. Kişi kendi ilgi alanına ya da mesleğine yönelik bir “uzmanlık kütüphanesi” kurduysa, bu kütüphane kitapçıya gidilip rastgele kitaplar seçilerek oluşturulmaz. Sizi yeni kitaplar almaya iten şey üzerine çalıştığınız alanın kendisi ve o konuda yazılmış olan kitaplarda diğer metinlere yapılmış atıflardır.
Ben bu tür kütüphaneye sahip insanların bir anlamda “hazine avcısı” olduklarını düşünürüm. Peşinde oldukları bir bilgi vardır. Bu bilgiye sahip olmak için de bazı verileri toplamaları gerekir. İşte onlar ellerine aldıkları bir kitabı, çıktıkları yolculuğun kapısını açacak anahtar olarak kullanırlar. Yazarın kimi zaman dipnotlara kimi zaman da kaynakçaya bıraktığı ipuçlarını takip ederek yeni anahtarlara ulaşır, yeni kapılar açarlar. İşte bilgiye sahip olmayı amaçlayan bu hazine avları bu kütüphanelerin oluşturulma metodudur.
DİPNOTLAR NE İŞE YARAR?
Benim kitaplar üzerinden yaptığım çalışmalarda en önem verdiğim şeylerden biri de dipnotları didik didik incelemektir. Bunun birinci nedenini biraz önce söyledim zaten. Hazine avı yapacaksanız oradaki ekmek kırıntılarını takip etmeniz gerekir. Yazar anlattığı konuyla ilgili bir kanıt sunmak istediğinde ya da bir görüşe itiraz ettiğinde tam o cümlesi için bir dipnot açar ve başka bir yazara referans verir. Siz de o konuyla ilgili daha derin bir araştırma yapmak isterseniz dipnotta referans olarak verilmiş metne yönelirsiniz.
Dipnotların başka bir işlevi daha var. O da yazarın anlatmak istediği konuyla ilgili kullandığı kelime ya da cümleyi daha kavramsal boyutta açıkladığı dipnotlarda görülür. Yazar bir kavram kullanmıştır ama o kavram okuyucu tarafından açıklanmaya, anlaşılmaya muhtaçtır. Metnin akışı içerisinde bu açıklamayı yapmak bütünlüğü bozabilir ya da okuru konunun odağından uzaklaştırabilir. İşte o zaman yazar bu açıklamayı dipnota gönderir. Siz de üzerinde çalıştığınız metne kısa (bazen de uzun) bir ara verir ve dipnottaki kavramsal açıklamaya dalarsınız. Bu dipnotlar bazen esas konudan bile önemli olabilir. Kimi zaman öyle açıklamalara denk gelirsiniz ki yazar esas söylemek istediğini o dipnotta dile getirmiş bile olabilir. Hatta bu dipnotlar bazı kitaplarda çevirmen tarafından yazılır. Kitabın çevirmeni sadece basitçe cümleler çeviren bir mütercim değil de konunun uzmanıysa (ki bence her zaman öyle olmalı) yazarın orijinal metninden çok daha açık bir anlatımla sizi aydınlatabilir. Edmund Husserl’in kısaca ‘Ideen’ diye adlandırılan meşhur fenomenoloji eserini ‘Idées directrices pour une phénomenologie’ adıyla Fransızcaya çeviren Paul Ricœur’ün dipnotlarını görmelisiniz. Bazıları sayfalarca sürer. Ahmet Arslan, Aristoteles’in ‘Metafiziki’ni Türkçeye çevirmiştir. IV. Kitap, I. Bölümün ilk satırında “Varlık olmak bakımından varlık” tabirini açıklamak için tam iki sayfa dipnot yazmıştır. Bu çeviriyi elinize aldığınızda 700’ü aşkın sayfayla karşılaşırsınız. Oysa metnin orijinali o kadar değildir. Princeton Üniversitesi’nin İngilizce bastığı Bollingen Serisi’nde Metafizik 180 sayfadır. Hadi çok daha küçük puntolarla basıldığı için orijinal Yunancası da 250 sayfa olsun… Ahmet Arslan’ın çevirisi 700 sayfa… Kitabın orijinalinden çok daha uzun açıklayıcı dipnotlar var çeviride. Bu nedenle özellikle bir felsefe kitabı üzerine çalışırken dipnotları atlamak olmaz.
BİR KÜTÜPHANEDE SADECE KİTAP MI OLUR?
Yine çok net ve kesin bir cevabım var, hayır. Kütüphane bir arşivdir. Bu nedenle de her ciddi kütüphane sahibi bir arşivcidir aynı zamanda. Hatta bu arşivcilik ruhu öyle işlemiştir ki içine adeta bir biriktiricidir ve hiçbir şeyi atmaya kıyamaz. Kütüphanesiyle ilgili bir durum değil ama o arşivcilik ruhunu anlatabilmek için size şöyle bir örnek verebilirim. Bu arşivci ruhun atamama huyuna eskimiş, hatta yırtılmış kıyafetleri bile dahildir. Geniş kütüphanesi olan kişinin gardırobuna bir bakın. Büyük ihtimalle atmaya kıyamadığı eski kıyafetlerle karşılaşacaksınız. Neyse, biz esas konumuza dönelim… İyi bir kütüphanede kitap dışında dergiler, basılmış tekil makaleler, hatta fotoğraflar, posterler, mektuplar bulursunuz. Özellikle makale ve dergiler en az kitaplar kadar hatta çoğu zaman onlardan bile daha işlevseldir.
Bir konuyu merak ettiyseniz, araştırma yapıyorsanız ve siz de bir şeyler karalayacaksanız kitaplar asla yeterli değildir. O konu hakkında yazılmış eski ya da yeni, nitelikli her türlü dokümana ihtiyacınız vardır. İşte bu metinlerin önemli bir kısmı kitap olarak basılmamıştır. Bir konferansta bildiri olarak sunulmuş olabilir, bir akademik dergide makale olarak yayımlanmış olabilir. İşte iyi bir kütüphane sahibi, bunları da ister arşivinde. Başvuru metinleridir onlar da ve çoğu zaman kişiyi yine başka yayınlara sürükler.
BUNLARIN HEPSİNİ OKUDUN MU?
Bir kütüphane sahibinin en sinir olduğu sorudur bu. Bunu soran kişinin belli ki kitaplarla pek arası yoktur ve bir kütüphaneye sahip olmanın ne demek olduğunu da bilmiyordur. E süs olsun diye almadık, okuduk tabii. Ama nasıl okuduk? Bir kütüphanede yer alan kitaplar bu soruyu soran kişinin zannettiği gibi okunmazlar. Daha önce de söylediğim gibi edebiyat kitapları okunur. Yani sadece romanlardan, şiirlerden vs. oluşan bir kütüphanenin sahibine belki sorabilirsiniz bu soruyu. Muhtemelen de hepsini olmasa da büyük bir çoğunluğunu okumuştur. Ama bilim, felsefe kitaplarıyla dolu bir kütüphane söylediğim gibi okunan değil, üzerine çalışılan kitaplardan oluşur. Kütüphane sahibi o kitaplar üzerine çalışırken her birini baştan sona defalarca devirmiştir. Ama parça parça okur. Dedim ya, aslında bir yolculuğa çıkmıştır ve o kitaptan bu kitaba savrulmuştur. Her sayfası defalarca geçmiştir elinden ama asla bir roman okur gibi okumamıştır o kitapları.
Mesela bir konu hakkında araştırma yaparken ya da bir metin yazarken defalarca çevrilmekten eskimiş sayfaları bir kez daha açar. Çünkü gördüğünüz kitapların hepsi birer başvuru kaynağıdır onun için. Adı gibi bildiği şeylere bile döner bir daha bakar. Bazen bir söz, bir cümle peşinde koşarken yüzlerce sayfayı tekrar tarar. O yüzden “bütün bu kitapları okudun mu?” sorusuna verilecek bir cevabı yoktur kütüphane sahibinin. Anlamsız bir sorudur bu. Sormayın.
Bana da defalarca soruldu bu soru. Soran kişiyle yeteri kadar samimiysem hak ettiği cevabı veriyorum tabii ama bazen yeni tanıştığınız biri de sorabiliyor bu soruyu. O zaman da nezaketen bir cevap uyduruyorum. Bir keresinde yeni tanıştığım biri çalışma odamı görünce şaşırdı. Dedim ki eyvah! Geliyor soru. Tabii ki sordu, ben de dilim döndüğünce benim için okumanın ne demek olduğunu anlattım. Sonra da şu kısmı komple okudum diyerek romanları gösterdim. Sonra çok daha anlamsız bir soru geldi. “E maden okudun, atsana, neden tutuyorsun burada” dedi. Fesuphanallah!
KİTAP BİR FETİŞ NESNESİ Mİ?
Kitap kimileri için bir fetiş nesnesine dönüşebilir. Özellikle de eski kitaplar. Bir kütüphane sahibi eski bir esere, bir eserin ilk ya da özel bir baskısına sahip olmaktan, onu eline almaktan büyük bir haz duyabilir. Hatta bir eserin çeşitli baskılarını kütüphanesinde görmek hoşuna gider. Hiç bilmediği bir dildeki baskısına bile sahip olmak isteyebilir. Tabii bu kadarı arşivci ruhu da aşan, nesneye karşı duyulan bir tutkudur. Ama bir kütüphane sahibinin esas tutkusu nesnel olarak kitabın kendisine, yani onun kâğıdına, kapağına değil, içinde barındırdığı bilgiyedir. Daha doğrusu kendi bilgisini üretmesine yardımcı olacak veriye.
Bu nedenle bir kütüphane mutlaka fizikî kitaplardan oluşmak zorunda da değil. Teknolojinin bu kadar ilerlediği bir çağda ihtiyaç duyduğumuz veriye nereden ulaşabiliyorsak orası bizim kütüphanemiz olabilir. e-kitap okuyucuların, tabletlerin, bilgisayarların olduğu bir dünyada artık kitabın fizikî varlığı da şart değil. Örneğin ben artık eskisi kadar makale toplamak, bulduğumu fotokopi çektirip basılı olarak saklamak zorunda hissetmiyorum kendimi. Makale arşivim artık neredeyse tamamen dijital ortamda ve pdf formatında. Bu makalelere e-kitap okuyucumdan, tabletimden ve bilgisayarımdan kolayca ulaşabiliyorum. O makaleler üzerine çalışırken artık kâğıda basılmış metinlere ihtiyaç duymuyorum. Hatta bu söylediğim bazı kitaplar için de geçerli. Teliften düşmüş olan kitapları bedava edinebileceğiniz ya da dijital olarak satın alabileceğiniz bir dünyada yaşıyoruz artık. Binlerce hatta yüz binlerce kitabı elektronik ortamda saklamanız mümkün.
AH O KİTAP KOKUSU YOK MU!
Bir kütüphane sahibi, ama kitaplara değil de içeriklerine tutkun olan bir kütüphane sahibi için kitap kokusu da tıpkı “bunların hepsini okudun mu?” sorusu kadar anlamsızdır. Parfüm mü bu koklayacaksın? Aslında hiç de öyle olmadıkları halde “ben de çok tutkunum kitaplara” demek isteyenlerin uydurduğu bir cümle bu. Üstelik sadece teknolojiye karşı olmak ve bir kitaba sahip olmanın romantikliğini yaşamak için söylenmiş bir söz de değil bence. Bu sözü söyleyen her insana baktım ve istisnasız kitaplarla aslında o kadar da ilgili olmadığını gördüm.
e-kitap okuyucumu aldığım ilk zamanlardı. Bir arkadaşımla sohbet ederken sordu. “Nasıl, memnun musun?” diye. Ben de bunun harika bir şey olduğunu, koca bir kütüphaneyi küçücük bir cihaza sığdırıp her yerde yanında taşıyabilmenin mucize gibi bir şey olduğunu söyledim. Arkadaşım bana şöyle dedi. “Hiç bana göre değil. Ben kitabın kokusunu duymadan yapamam.” Ne kadar sahte bir söz… Bir kere bunu söyleyen arkadaşımın evinde toplasanız yirmi, bilemediniz otuz tane kitap var. Ve o bana saçma gelen “hepsini okudun mu?” sorusuna “okudum tabii” diye cevap vermek onun için bir gurur kaynağı.
Bir kere şunu söyleyeyim ki kitabın kokusu falan yoktur. Yani vardır elbette. Kâğıt kokusu, yeni olanlarda mürekkep kokusu, eskimiş olanlara sinmiş toz kokusu… Ama gerçek bir okur, kitaplarla sürekli haşır neşir olan bir kütüphane sahibi fark etmez bu kokuyu. Bu algılarımızla ilgili bir gerçeklik. Şöyle basit bir örnekle açıklamaya çalışayım. Sigara kime kokar? İçene mi içmeyene mi? Bir sigara tiryakisi üzerine sinmiş o leş gibi kokuyu hisseder mi? Hayır. Ancak sigara içmeyen birisi alır o kokuyu. Çünkü tiryaki zaten o kokuyla yaşar ve o kadar kanıksamıştır ki algılayamaz üstünün başının pis koktuğunu. İşte “kitabı eline aldın mı buram buram kokacak arkadaş” diyen kişi de aslında kitap kurdu olduğu için değil kitap okumadığı ya da çok nadir okuduğu için alır o kokuyu. Kitap bir alışkanlık olamamıştır onda. Yani “kitabın kokusunu duymazsam keyif alamıyorum okumaktan” diyen biri varsa çevrenizde, biliniz ki o bir okur, bir kitap tiryakisi değildir. Evine gidin bakın, kütüphanesi falan da yoktur.
Kitap, kâğıt ve mürekkepten ibaret bir nesne olarak o kadar da değerli bir şey değil. Onun esas değeri içinden fışkıran dünya ve o dünyayla buluşabilen akıldır. Onu anlayabilen, yorumlayabilen, ondan bilgi üretebilen bir akıl. Bir kütüphane ise işte o çeşit çeşit dünyanın kapısını açabilmek için binlerce anahtarın takılı olduğu bir anahtarlıktır.