Bir Kuru Kukladır İnsanoğlu

Şehirlerin parlatıldığı, köylü olmanın acilen giderilmesi gereken bir zayıf hâl gibi gösterildiği, milyonların kentlere akın ettiği modern zamanlarda yediğimiz besinlerin tohumlarından yaşam şeklimize, moda anlayışımızdan tüketim alışkanlıklarımıza hemen her şey “şirket”lerin çizdiği sınırlar dahilinde yaşanıyor. Zevklerimiz, beğenilerimiz, onların kârını maksimize edecek şekilde şekillendiriliyor.

                Geçtiğimiz hafta DW (Deutsche Welle) Türkçe‘nin internet sitesinde bir haber yayınlandı. Habere göre Dünyada hızla artan gıda fiyatları açlık sorununu daha da derinleştiriyor. Bunun sonucu olarak da 21.yüzyılın ilk yirmi yılını geride bırakmış olsak bile Dünya çapında 811 milyon insan açlık içinde yaşıyorken, 41 milyon kişi ise açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya. Birleşmiş Milletler her yıl rutin açıklamalarında açlık çeken ve yoksulluğa sürüklenen insan sayısının artmaya devam ettiğini ilan ediyor.

                Peki şu tarımda meydana gelen Yeşil Devrim hadisesi vardı, o ne oldu dersiniz? 1960’larda ilk ortaya çıktığında dünyada açlığı bitireceği vaatleriyle insanları umutlandıran devrim. Esasında Yeşil Devrim’in oldukça kazançlı olduğu şüphe götürmez bir gerçek. Ancak kazancının açlıkla mücadele eden toplumlardan ziyade büyük sermaye sahiplerinin ceplerine olduğu da ortada. İlk olarak ‘60’lı yılların başında Rockefeller ve Ford Vakıflarının desteğiyle başlayan çalışmalar melez buğday tohumu üretimini esas alır. Amerikalı ziraat mühendisi Norman Borlaug, Rockefeller bursu ile Kuzey Meksika'da yaptığı araştırmalarda Japon "Norin 10" ile Meksika'nn geleneksel buğdayı "Sonora'yı birleştirerek yüksek verimli "Sonora 63"ü bulmuştur. Deneme üretimlerinden başarılı sonuçlar alnınca dünyaya "mucize buğday" olarak tanıtılan Sonora 63, N. Borlaug'a da haklı olarak 1970 yılı Nobel barış ödülünü getirmiştir.

Her şey tohumda gizli

                Ancak bu buğdayın verimli olması için makinelere, bolca gübreye, kimyasal ilaca ve ileri tarım tekniklerine ihtiyaç vardır. Yazar Abdullah Aysu’ya göre “Yeşil Devrim” başladığında verimli-verimsiz toprak ayrımı daha da artmıştır. Bu devrimin başlamasıyla verimli topraklar zenginler/şirketler tarafından ele geçirilirken verimsiz topraklar geleneksel tarım yapan yoksul çiftçiye kalmaktadır. Yeşil devrim tohuma odaklanan ve tohum üzerinden yürüyen bir devrimdir ve ne amacı ne de sonucu asla açlığı yok etmek olmamıştır. Zira açlığı bitireceği sloganlarıyla yaygınlaşması için çabalanan bu tohumlar toprağa düştüğü andan itibaren türlü çeşit gübreye ve tarımsal ilaca muhtaç olarak programlanmıştır. Ne ilaçsız ve gübresiz verim alınabiliyordur artık ne de aynı tohumdan bir sonraki yıl ürün. Hintli çevreci ve kürselleşme karşıtı yazar Vandana Shiva bu durumu şu sözlerle açıklar:

                “Büyük şirketlerin tohumlar ve bitkiler üzerinde fikri mülkiyet hakkı iddia etmesi nedeniyle köylülerin ve çiftçilerin yüzyıllara yayılan kolektif yenilik ve buluşları gasp edilmektedir…Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) Ticaretle İlgili Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması'yla evrenselleştirilen yeni fikri mülkiyet hakkı rejimleri, büyük şirketlere, tohum bilgisini gasp etme ve bu bilgiyi özel mülkiyet ilan ederek tekelleştirme hakkı tanımaktadır. Zamanla tohumun kendisi üzerinde büyük şirket tekelleri yaratılmaktadır…Genetiği değiştirilmiş bitki yetiştirmek yüksek tohum maliyeti, teknoloji harcamaları ve daha fazla kimyasal kullanma gereksinimi nedeniyle geleneksel bitkilerden daha pahalıdır. Organik tarımda tohumlar saklanır ve bir sonraki sezon ekilir, tohum ekimi için gerekli olan diğer girdiler de çiftlikten sağlanır. Genetiği değiştirilmiş tohumlar ekildiğindeyse tüm bu girdiler için harcama yapılması gerekir ve çiftçiler kaçınılmaz olarak ağır bir mali yükün altına girer.”

                Çiftçiler böylece tohum üzerinden kıskaca alınmıştır. Artık sadece “şirket”lerin tohumu kullanılacak, böylece o tohumun yetişme evresi boyunca ihtiyaç duyduğu gübre ve pestisitler yine aynı “şirket”lerden ya da bağlılarından alınacaktır. Muzaffer İzgü “Bereketli Ürün” öyküsüyle yaşanılan süreci enfes bir anlatımla sunar okuyucuya. Öyküyü okuduğumuzda ağlanacak halimize gülüyoruzdur aslında.

***

                Bazen pazara çıkarım. Renk renk brandaların, şemsiyelerin altında gökkuşağı gibi uzanan sebzeleri, meyveleri, envai çeşit yeşillikleri görünce toprak ananın cömertliğine hayran olurum. Dünyanın tüm zenginliği serilmiştir adeta önümüze. Ancak tezgahlara yaklaşınca hormonlu domatesleri, botokslu elmaları, makyajlı ayvaları görünce moralim bozulur. Samimiyetten uzak, sağlıktan beri bunca nimetin(!) bir avuç şirketin eline bırakılması, insanlığın onların insafına terk edilmesi gücüme gider. Kapitalizmin bu denli kılcallarımıza kadar işlemediği zamanlara, çocukluğuma dönerim. Annemin salça, konserve yaptığı turuncu ağustos günlerinde suyu dirseğimden akan, tadı ağzımda yayılan domatesleri ararım.

                Zamanla ortaya çıkan bu değişimi yazar Aysu şu sözlerle ifade ediyor:

                “Kalkınma safsatasına bağlı olarak kırlardan kentlere yoksul köylü akını oluşuyor Kırların eski sakinleri yüzyıllardır yaşadıkları yerlerini yurtlarını terk edip kentlere yığılırken, kentlerindeki ‘şatolarında’ oturanlar, kırları fethetmek, doğayı tarumar ederek paraya dönüştürmek için onlardan boşalan topraklara akIn üstüne akın düzenliyorlar. Bu akınlar küresel şirketlerin prizine takılmış hükümet politikalarıyla gerçekleşiyor.”

Maksimum kâr

                Şehirlerin parlatıldığı, köylü olmanın acilen giderilmesi gereken bir zayıf hâl gibi gösterildiği, milyonların kentlere akın ettiği modern zamanlarda yediğimiz besinlerin tohumlarından yaşam şeklimize, moda anlayışımızdan tüketim alışkanlıklarımıza hemen her şey “şirket”lerin çizdiği sınırlar dahilinde yaşanıyor. Zevklerimiz, beğenilerimiz, onların kârını maksimize edecek şekilde şekillendiriliyor. Böylece arabasının markası, saatinin kalitesi, telefonun teknolojisi ile övünüp-gerinip-güvenip kendini modern(!) dünyaya uygun yaşıyor sayan insanlar türeyiveriyor. Kentte yaşamanın üstünlüğüne inanıp köyleri boşaltıyor, yüzbinlerce yılda oluşmuş verimli tarım arazilerini “şirket”lerin avuçlarına bırakıyoruz. Bu bir özgürlük yanılsaması aslında. Ve modern insan denen şeyin aslında ipleri başkalarının elindeki bir kuru kukladan öteye olmadığı ortaya çıkıyor.  

Kaynaklar: Gıda Krizi, Abdullah Aysu, Metis Yayınları. Yeşil Devrim ve Açlık Sorunu, Ahmet Şahinöz, Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt:8 Sayı:1

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi