Bir büyük muamma: Bilinç

İnsanın ‘ne’liği ve ‘kim’liği üzerine yazmaya çalıştığım iki yazı da özellikle tanıdığım, yakınım olan insanlar tarafından hem olumlu hem de olumsuz eleştiriler aldı. Bu yazılara ilgi gösterenler arasında en ilginç tepki, çok sevdiğim ve fikirlerine de önem verdiğim bir lise arkadaşımdan, sevgili Zeynel Çağlar’dan geldi. Zeynel bana bu seriyi ‘bilinç’ kavramını konu alan bir yazıyla tamamlamamın uygun olacağını söyledi. Bence çok parlak bir fikir. Ama ‘bilinç’ konusunda yazmak o kadar zor ki… Bu zorluklardan sadece ikisi bile aslında bu başlıktan kaçmak için yeterli. Birinci zorluk şu: 2.500 senelik felsefe ve bilim tarihi boyunca bilinç ya da onunla ilişkili kavaramlar hakkında o kadar çok yazıldı çizildi, o kadar çok şey söylendi ki… Tüm bunları dikkate alan bir yazı yazmak, hele de bunu bir gazete sayfasında yapmak zordan da öte, imkânsız. Üstelik bu niyetle yayımlanan, en azından özetlemeye çalışan kitaplar, antolojiler bile bunu başaramazken. Bu nedenle bilinç hakkında yazabilmek için söylenmiş pek çok sözü dışarıda bırakmayı, bu anlamda da yazının ister istemez eksik kalmasını göze almak gerekiyor. İkinci zorluk ise ‘bilinç’ hakkındaki bunca külliyatın, felsefeye konu olmuş neredeyse bütün kavramlar gibi, ‘bilinç’e dair evrensel tek bir tanım ortaya koyamamış olması. Ama ben yine de arkadaşımın bu önerisinin ‘ne’lik ve ‘kim’lik serisi için iyi bir kapanış başlığı olacağını düşündüm ve giriştim bu yazıya. Farkındayım… Kendime zor yeten aklımla bu kadar çetrefilli bir konuya dalmak olsa olsa bir cahil cesaretidir. Ama ne yapalım, Zeynel’in gazına gelip niyetlendik bir kere. Bakalım sonu nereye varacak?

BİLİNÇ-BEYİN İLİŞKİSİ

Bilinç, üzerine düşünmeye başladığınızda, sizi ister istemez zihin kavramından götürüyor. Oradan da yolunuz her ikisinin de üreticisi olan bir organa, yani beyne ulaşıyor. Bu noktada zihin ve belki de onun berraklığı olarak adlandırabileceğimiz bilinç ile beyin arasındaki ilişki bize çok şaşırtıcı geliyor. İki hafta önceki yazıda Erhan Demircioğlu’ndan bir alıntı yapmıştım. Demircioğlu’nun alıntıladığım bu sözü özetle zihin sahibi olmamıza imkân veren şeyin beynimiz olduğundan bahsediyor ve nasıl oluyor da bu et parçasının aşk, depresyon gibi şeyler üretebildiğini soruşturuyordu. Bu sözü bilinç kavramına devşirmek de pekâlâ mümkün. Yani bu soruyu şöyle de sorabiliriz? “Nasıl oluyor da bir et parçası bilinç üretebiliyor?” Bu soru, fark edeceğiniz gibi sadece bir sorgulama değil, aynı zamanda bir şaşkınlık ifadesi. Evet, şaşırıyoruz buna. Peki neden?

ZİHİN-BEDEN İLİŞKİSİ

Bu, aslında izafiyet teorisine, kara deliklerin keşfine ya da kuantum mekaniğine karşı duyduğumuz gibi bir şaşkınlık. Bilim pek çok kavrama henüz dört başı mamur açıklamalar getiremiyor. Ama yine de onlarla ilgili belli başlı gerçekleri ortaya koyabiliyor. İşte biz çoğunlukla bu tür gerçekleri şaşkınlıkla karşılıyoruz. Beyin de işte öyle şaşılası bir organ. Bilim onun işleyişini henüz tam anlamıyla keşfedemedi. Hâlâ çözülememiş sırları var. Hâliyle zihin ve bilinç de öyle.

Ama bana öyle geliyor ki bizim bu şaşkınlığımızın esas nedeni kültürel bir olgu. Kültürel olgudan kastım da aldığımız toplumsal eğitimle ister istemez içimize yerleşen düalist (ikici) dünya görüşü. Yani ruh ve bedenin (maddenin) birbirinden ayrı şeyler olduğunu söyleyen felsefî düşünce. Felsefe tarihinde bu ayrımı net olarak ilk kez Platon’da görüyoruz. Tabii onun bu düşünceyi geliştirmesinde Pythagoras’ın da önemli etkisini unutmamak gerek. Daha sonra, hatta baya sonra, Platon’un etkisiyle Descartes çıktı karşımıza. O da bu düalist düşünceyi daha da öteye taşıyarak formüle etti. Zihin ve bedenin (maddenin) birbirinden ayrı şeyler olduğunu söyledi. İşte bu düalist düşünce dinle o kadar güzel örtüştü ki, inananlar inançları gereği zaten kabul ettikleri ruh-beden ya da zihin-beden ayrımının rasyonel açıklamasına da kavuşmuş oldular. Beden ölse bile ruhun ölmediği inancı, bir anlamda sonsuza kadar var olma imkânı ancak bu kadar güzel açılanabilirdi. Bir anlamda dinlerin insanlara vaat ettikleri ölümsüzlük fikrinin temelinde işte bu düalist bakış yatıyor. Neredeyse istisnasız bir şekilde bu düalist gelenekle eğitilen insanlar da beyin denilen bu madde sayesinde zihin sahibi olmalarına ve bu et parçasının bilinçlerini üretmesine doğal olarak şaşırıyorlar.

Oysa bilimin ortaya koyduğu gerçek “böyle ikici bir dünya yok” diyor. Öyle ya, bedensel (maddi) olan bir organ zihnin evi, bilincin de üreticisiyse zihin ve beden ayrı şeyler olabilir mi? Peki ‘düalizm’ karşıtı bu ‘materyalist’ bilimsel dünya görüşü bizi ne kadar tatmin ediyor? Tamam kabul… Zihnin bulunduğu yer beyin. Dolayısıyla bilinç de dahil zihinsel tüm faaliyetlerimiz beynimizin ürünü. Ama bu beyin de öyle bir şey ki belki de evrendeki en karmaşık, tam anlamıyla çözmesi en zor hatta belki de imkânsıza yakın bir madde. Bilim de hâliyle bilincin gizemini, hatta onu ürettiğini söylediği beynin bile gizemini tam olarak çözemediği için, şimdilik tam anlamıyla tatmin edici bir cevap veremiyor bize. Peki bu durumda ne yapacağız? Gündelik dilde hemen hepimizin kavramsal anlamı üzerine pek de düşünmeden, cömertçe hatta belki de hoyratça kullandığımız ‘bilinç’i nasıl anlayacağız? Belli ki bilim fizikî kanıtlarıyla tam olarak açıklayana kadar (tabii açıklayabilirse) bilinç hakkında spekülasyon yapmaya devam edeceğiz. 

BUYURUN SİZE SPEKÜLASYON

Öncelikle spekülasyon kavramını gündelik dilimizdeki negatif anlamından kurtaralım. Spekülasyon, fizikî (nesnel) kanıtları bulunmayan ya da henüz bu kanıtlara erişemediğimiz bir konuda akıl yürütmek, akıl yoluyla çıkarımda bulunmak anlamına geliyor. Tabii bu konu gündelik hayatımızda çoğunlukla komplo teorileriyle ya da sahtekârlıkla eşanlamlı kullanılıyor. Ama tam olarak öyle değil. Mesela Tanrı, vicdan, iyi, güzel gibi soyutlar üzerine felsefe yapmak da bir spekülasyondur. Adı üzerinde soyut… Yani nesnel, somut bir karşılığı ya da kanıtı olmayan, hatta olamayacak kavramlar. Bunlar üzerine ettiğiniz her söz bir spekülasyondur. Bilinç de henüz tüm fizikî kanıtları ortaya konamadığı için hâliyle üzerine spekülasyon, felsefe ya da inanç üretilebilecek bir kavram. Biz de öyle yapıyoruz.

Bu yazı için istek yapan sevgili Zeynel sanırım insanın ‘ne’liği konusunda bilinçli olmasından bahsetti. Yani bilinç konusunu yazmamı istemesindeki esas neden, benim anladığım ya da tahmin ettiğim kadarıyla, insanın aslında temelde bir madde olduğunun bilincinde olması gerektiğini ortaya koymak. Bir anlamda insanın hem ‘ne’liğini hem de ‘kim’liğini içeren kendinin bilincinde olması, özbilinç (self-consciousness) sahibi olması. Tıpkı bazı filozofların felsefeyi ‘düşünme üzerine düşünmek’ diye tanımlamaları gibi biz de buna bilincin bilincinde olmak diyebiliriz. Daha basit ifade edersek, insanın ‘bilinçli’ bir madde olduğunu anlamak. Yani bilinç bir konuya yöneltmen gereken bir özellik olmasının ötesinde, insanı insan yapan bir özellik. Bu anlamda da ilk bakışta aklımıza gelen anlamından çok daha geniş bir kavram.

ÇIKAMADIK İŞİN İÇİNDEN… YETİŞ ARİSTOTELES! 

İnsanı akıllı hayvan olarak tanımlamak pek çok gelenek tarafından kabul görmüş bir anlayış. Ama biz biliyoruz ki hayvanda da akıl var. Bugün biliyoruz ki hayvanlar da düşünür. Hatta hayvanların da bilinci vardır. Burada insanı diğer canlılardan hatta kendisinin de aynı kategoriyi paylaştığı hayvanlardan ayırmak için Aristoteles’in bir sistem filozofu olarak neredeyse tüm felsefesine uyguladığı çok kullanışlı bir yöntem var. Hiyerarşik sınıflama. Bu yöntemi tüm hiyerarşik düzenlerde işe yaradığı üzere bir merdiven benzetmesiyle anlamak çok daha kolay olacaktır. Aristoteles’in ruh kuramına göre canlı maddeler hiyerarşinin en altında bitkiler yer alır. Bunlar beslenirler ve çoğalırlar. Bir de tabii gelişiler, yani büyürler. İşte bu büyüme eylemi aslında hareketi de içerir. Bitkilerdeki hareket, bizim hareket dendiğinde ilk anladığımız anlamıyla ‘yer değiştirmek’ değildir. Boyunun uzaması, yeryüzünde kapladığı hacmin artması, gündelik dille ifade edecek olursak ‘büyüme’si de hiç kuşkusuz bir harekettir. Ama işin içerisine yer değiştirme, bir yerden başka bir yere gidebilme kabiliyeti anlamındaki hareket girdiğinde, hiyerarşinin ikinci kategorisine, merdivenin bir üst basamağına geliriz ki orada da hayvanlar vardır. Hayvanlar bu yer değiştirme hareketlerinin yanı sıra arzu ve duyum sahibidirler ve bitkiler gibi beslenir, büyür ve çoğalırlar. Yani bir alt kategorinin özelliklerini kapsayacak şekilde yeni ve üstün özellikleriyle ayrışırlar. Bu hiyerarşik yapının en üstünde de tahmin edebileceğiniz gibi insan vardır. O da bir alt basamaktaki hayvandan kendini düşünce yeteneğiyle ayırır. Aristoteles’e göre, bitki ve hayvanlarda var olan özelliklere ek olarak insanda bir de düşünme yeteneği vardır. İşte ‘insan bilinci’ni ve işlevini en basit şekliyle açıklayabilmek için Aristoteles’in hiyerarşik sınıflama metodunu bugünkü bilgilerimize uyarlamak işimize yarayabilir.

Canlılar kategorisinin en altında yer alan bitkilerde bilinç olup olmadığı bir tartışma konusu. Beyinleri olmasa da sinir sistemleri tam olarak gelişmemiş olsa da, çok ilkel düzeyde bilinçleri olduğunu iddia edenler var. Belli başlı çevresel faktörlere tepki vermeleri, davranışlarını değiştirmeleri, kendilerini korumak için açılıp kapanmaları bazı bilim insanları tarafından bilinç göstergesi sayılabiliyor. Ama bilim dünyasında da yaygın kanı, bitkilerin bilinçsiz olduğu yönünde. Zaten bilinci kapalı olan hastalar için tıbbın kullandığı tabiri hepimiz biliriz. ‘Bitkisel hayat’. Yani bilinçsizce solunum yapmak. Bu açıklamalar doğrultusunda ve bu bilimsel tartışmalara saygımızdan, kendi spekülatif düşüncemizde bilinç hiyerarşisinin en alt basamağına bitkileri yerleştirelim. Bunları da ‘bilinçsiz canlı’ ya da ‘minimum bilince sahip canlı’ olarak tanımlayalım.

Hiyerarşinin ikinci basamağına biz de Aristoteles gibi hayvanları yerleştireceğiz. Ama Aristoteles’in görüşünün aksine bugün biliyoruz ki hayvanlar içgüdülerinin ötesinde düşünebiliyor, hatta strateji geliştirip karar verebiliyorlar. Avlanmaları sırasında bunu net biçimde gözlemleyebiliyoruz. Sinir sistemleri de neredeyse insanlarınki kadar gelişmiş. Acı hissedebiliyor, sevgi gösterisinde bulunabiliyorlar vs. Öyleyse bilinçli olduklarını söylemekte hiçbir sakınca yok. Ama yine de kendi türlerinin en gelişmiş sınıfı olan insan seviyesinde bir bilince sahip olduklarını söyleyemeyiz. Düşünebiliyor, strateji geliştirebiliyor ama mesela çok temel bir soru olmadıkça matematik problemi çözemiyor, felsefe ve bilim yapamıyorlar. Bir inanç sistemleri olduğunu söylemek çok zor. Zaten zihnin ve bilincin beyin ürünü olduğunu söylemedik mi? Hayvanlarda da bilinç olması normal öyleyse. Ama evrim dediğimiz şey bu hayvanlar arasında en zeki yaratık olan insana çok daha cömert davrandığı için insanın bilinci de ister istemez hayvanların bilincinden üstün. Zaten insanı hayvandan ayıran en önemli özellik olarak söylenen akıldan kasıt aslında o bilinç düzeyi belki de. Daha doğrusu aklı kullanmadaki üstün yeteneği ve hayvana oranla çok daha gelişmiş olan zihni ve bilinci. Bunun sonucu olarak da bilinç hiyerarşisinde insanı en üst basmağa yerleştirmek kaçınılmaz.

İşte benim insanın ‘ne’liğini hatırlaması gerektiğini söylememdeki en önemli neden bu bilinç seviyesi. Sizce de insanın diğer canlılara oranla üstün olan bilincinin, bilinç hiyerarşisinde yer kapladığı en üst basamağın hakkını vermesi gerekmiyor mu?. Bu anlamda unutmuş olduğu ‘ne’liğini hatırlaması insanı insan yapan şey olmuyor mu? Zira iyi bir hafıza, güçlü bir bilincin biricik olmasa da en önemli göstergelerinden biri değil mi?

Bilinç hakkında çok derinlikli şeyler söylemediğimin ve bilinçle ilgili pek çok teoriyi dışarıda bıraktığımın farkındayım. Ama en başta dedim ya… Bir cahil cesaretiyle giriştim bu konuya. Bu yazıdaki esas amaç da daha önceki yazılarda bahsettiğim insanın ‘ne’liği ve ‘kim’liği arasındaki esas bağı kurabilmek, bu bağın ancak insana yakışan bilinç düzeyinin devrede olmasıyla kurulabileceğini göstermeye çalışmak. Daha doğrusu bunu talep eden arkadaşım Zeynel’in çağrısıyla, bir önceki konuyu temellendirmeye çalışmak.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gönç Selen Arşivi