Kerem Gürel
Bayramlar bayram ola!
Güneş yükselmeden kuşluk yerine/ Bir adam camiden döndü evine/ Oturdu sessizce yer minderine
Kızı “Bayram” dedi, yalın ayaklı/ Adam “Bayram” dedi, tam ağlamaklı...
Eli öpüldükçe içi burkuldu/ Konuşmak istedi, dili tutuldu/ Güç belâ ağzından bir “off! ” kurtuldu
Oğlu “Bayram” dedi, sırtı yamalı/ Adam “he ya” dedi, gözü kapalı...
Düşündü kış yakın, evde odun yok/Tenekede yağ yok, çuvalda un yok/ Yok yoka karışmış; tuz yok, sabun yok
Avrat “Bayram” dedi, eğdi başını/ Adam “evet” dedi, sıktı dişini...
Çalışsa ne iş var, ne cepte para/ Dağ oldu içinde büyüyen yara/ Dikti gözlerini karşı duvara
Takvim “Bayram” dedi, silindi yazı/ Adam “öyle” dedi, bağrında sızı...
Döndürse yönünü herhangi dosta/ Yaralı, gariban, dul, yetim, hasta
Aylar, yıllar, günler erirken yasta/ Yer-gök “Bayram” dedi, ağzını açtı/ Adam “Bayram” dedi, evinden kaçtı!..
"Bayramlar bayram ola” diyordu yukarıdaki şiirinde Abdurrahim Karakoç. Her dizesinde yokluğun, yoksulluğun acı yüzünü hatırlatarak. Bir bayramı daha kutluyoruz ülkece. Herkesin kapısını çalar elbet bayram. Kimine neşe, muhabbet taşır, kimine vuslatın sevincini. Yoksulun evinde hüzündür. Eksikliğin, yarım bırakılmışlığın ağırlığı çöker. Yapamamanın, yaşayamamanın karamsarlığıyla siner insan bir köşeye. Şen kahkahaların yanı başında yere bakan gözler, üşüyen ayaklar, soğuktan kızarmış ellerdir. Sana, bana bayram gelen gün onda kocaman bir yara olur, yeri gelir.
“Yoksulluk insanlığın en aşağılanmış yeridir bugünkü dünyada. İnsanlar yoksul olmamalı. Çünkü insanları yoksul etmeyecek her şey var bu dünyada. Bütün insanlara yetecek kadar yiyecek de var, içecek de var giyecek de var. O zaman niçin insanlar yoksul olsun?” demişti bir röportajında Yaşar Kemal. Ve bu sözlerin hemen öncesinde sürekli yoksulluğu yazdığı için kendisini eleştiren bir generalden bahsediyordu. Görmek istemeyen gözler her daim var. Her daim de olacaktır ya!
● ● ●
Mağaralardan, ağaç kovuklarından çıkıp agoralara toplandı, piramitleri yaptı, Çin Seddi’ni aştı; Tac Mahal’de estetik zevkini, Empire State’de teknik bilgisini konuşturdu insanoğlu. Teleskopla makro evrene, mikroskopla mikro evrene daldı. Köleliği kaldırmak için can verenleri de oldu statüyü korumak için silah çekeni de. Katarina Sarayı’nın altın varaklı abartılı süslemelerinde, Burj Khalifa’nın ihtişamlı gölgesinde, CERN laboratuvarının yüksek teknolojili koridorlarında, Ay’da, uzayda ve dahi Mars’ta insanoğlunun gururlu bakışlardı vardı hep. Ama gel gör ki aynı insanoğlu değil mi nesiller, nesiller boyu süren yoksulluğu, eşitsizliği devam ettiren. İlk zorbadan bugüne insanoğlu değil mi sınıfsal farklılıkları, ırksal ayrımları, zevk ü sefa aleminde yaşayanların kıyıcığında açlıktan can verenleri kanıksayan. Bunca ilime, bilime, bilgiye, teknolojik oyuncaklara, konforlu evlere, gösterişli araçlara rağmen konunun özüne olan uzaklığını azaltamadı insanlık. Açlığın, yoksulluğun var olduğu, yokluğa doğan çocuklarını kolayca ölüme gönderen bir dünyada hangi gelişmeden bahsediyoruz? Gelirimizde meydana gelen artışla daha büyük bir eve, daha lüks bir otomobile ulaştığımızda, çocuğumuzu özel okula kendimizi fitness salonuna yazdırdığımızda dünyada yoksulluğun silindiği, adaletsizliğin yok olduğu sanrısına mı kapılıyoruz acaba? Her insanın özünde barındırdığı bencillik çoğunlukla gelirde yaşanan artışla daha mı fazla kabarıyor?
“Gerçek yüce gönüllülük, sahte yardımseverliği besleyen neden leri yok etme mücadelesinin ta kendisindedir. Sahte yardımseverlik, korku içindekileri, boyun eğdirilmişleri, ‘hayatın reddedilmişleri’ni, titrek ellerle avuç açmak zorunda bırakır. Gerçek yüce gönüllülük bu ellerin -ister bireylere ister halklara ait olsunlar- yardıma giderek daha az gerek duymasını, iş gören ve dünyayı dönüştüren insan elleri haline gelmesini sağlamaya çalışmaktan geçer.” diyor Ezilenlerin Pedagojisi kitabında Paulo Freire.
● ● ●
Edebiyatımızda ezilenleri en iyi anlatan kalemlerden biri olan Orhan Kemal’in “Bereketli Topraklar Üzerinde” kitabı, yokluğun, yoksulluğun çevrelediği fasit daireden çıkamayan, can veren insanların hikayelerini anlatır. İflahsızın Yusuf, Köse Hasan, Pehlivan Ali Sivas’ın bir köyünden Çukurova’ya ekmek parası için çalışmaya gidiyorlardır. İçlerinden sadece Yusuf büyük şehir(!) görmüştür. İçlerinden sadece Ali ergendir (bekardır). Yaşadıkları sıradan insanların öyküleridir aslında. Yolda yanından geçiverdiğimiz onlarca, yüzlerce sıradan insanlardandır onlar. Çalışmak için geldikleri Çukurova’da ayakta kalma mücadeleleri hayatta kalma mücadelesine evrilir.
Çalıştıkları pamuk fabrikasında hastalanır Köse Hasan. Bir bardak çaya, bir gripine muhtaçtır. Para yoksa bunlar da lükstür. Ahırdan bozma bekar odasında hayvan fışkılarının üzerine serili yatağında yalnız kalır. Yalnız bırakılır. O an gözlerini yumar, köyde bıraktığı kızını ve karısını hayal eder.
“Günler, gecelerden beri aklına takılan köyünü, karısını, kızını ille de kızını yeniden düşünmeye koyuldu. Buralarda kalacak, yavrusuna hasret gidecekti. Köyden ayrılırken, anasından gizli, ‘Bubam, bubam’ demişti. ‘Şehirden gelirken bana şu Kara Hafız’ın torunu Dürdaneninki gibi yeşil bir saç tokasıyla kırmızı bir tarak getirir misin?’ İçini çekti, sesli sesli, ‘Vay yavrum vay,’ dedi.”
Evladına kavuşamadan, yalnızlıkla, yoksullukla can verir Köse Hasan. İflahsızın Yusuf ve Pehlivan Ali içinse mücadele devam ediyordur. Yusuf inşaatta duvar ustası olur. Köye sağ dönen de sisteme en iyi entegre olan Yusuf olacaktır zaten.
İçlerinde en saf olanı Pehlivan Ali’yi ise koltukçusu olduğu patoz yer. Parçalar. Bedeninin bir kısmını patoza kaptırmıştır. Kan kaybından ölür.
Ali’nin önce bacağını ardından hayatını yitirdiği sahneyi eşine az rastlanır bir ustalıkla anlatmıştır Orhan Kemal.
“Küçük ağa koşar adım yapılan işe memnunlukla baktı, coştu birden:
‘Ha babam kardaşlarım ha!’
Irgatlar yekindi. Koca koca demetler daha büyük bir hızla patoza koşturulmaya başladı. Öyle hızla, öylesine müthiş bir çalışma başını almış gidiyordu ki, küçük ağa bile bu hıza kendisini kaptırmıştı… ‘Ha babam kardaşlarım ha, ha babayiğitler ha, ha aslanlar ha!!!’
...Irgatbaşı da çalışmanın hızına kendini kaptırmıştı. Tempoyu daha da hızlandırmak, ağanın gözüne büsbütün girmek için, ‘Devir, devir, devir!’ diye bağırdı…İş hızlandıkça hızlandı, baş döndürücü bir hâl aldı. Beden kalınlığında demetler, patozun doymak bilmeyen ağzından içeri devriliyordu. Irgatlar öfkeyle, kinle, hınçla çalışıyorlardı. Damarlarda dolaşan kan değil, milyonluk kilovatlardı sanki… Bir ara Ali, gözlerini tozdan, terden açamaz hâle geldi. Geldi ama, işin baş döndürücü temposunun büyüsüne öyle kapılmıştı ki... ‘Devir ha, devir ha, devir!!!’”
● ● ●
Patoz çarpık sistemin kendisidir bu anlatıda. Ağa ise o sistemin kaymağını yiyen sermaye sahibi. Sistemin devamından beslenen ırgat başıyla beraber “Ha babam kardaşlarım ha, ha babayiğitler ha, ha aslanlar ha!” dedikçe sömürürler çalışanın emeğini. Dedikçe akıtırlar teri. Ter kana dönüşür kimi zaman. Gündelik telaşların siyasetin, ekonominin, çıkarların arasında bugün sesi kısılan, kıymeti bilinmeyen, adı anılmayan bir değer haline geliverdi ya insan emeği. Ayasofya’nın kapısına, seccadeye, tesbihe atfedilen kutsallık çalışanın emeğine verilmez oldu. Emekçinin teri pis, üzeri kirli, kendisi cahildir şimdi. Oysa “Tarihsel bilginin öznesi, mücadele içindeki ezilen sınıfın kendisidir” der Walter Benjamin. Ezilenlerin adları tarihin ışıltılı yapraklarına işlenmese bile tarihin kendisidir. Onların emeği sayesinde bugüne kavuşan dünya ise onların sesini duymaz, yüzlerini tanımaz, adını bilmez. Onlarda bayram yere bakan gözler, üşüyen ayaklar, soğuktan kızarmış ellerdir. Sana, bana bayram gelen gün onlarda kocaman bir yara olur, yeri gelir.
“Hayatın, günlük hayatta kalma mücadelesine indirgendiği, insanların sürekli, sahip oldukları az biraz kıymetli şeylerle ellerinden gelenin en iyisini yapmak zorunda oldukları, sosyal ve ekonomik güvencesizliğin insafsızca her şeyi kuşattığı bu koşullar altında, içinde bulunulan zaman o kadar belirsiz hale gelir ki geleceği yutar; artık geleceğin ancak fantezisi kurulabilir.” diyor Pierre Bourdieu Dünyanın Sefaleti kitabında. Elbet dünyada yoksulluk silinmeyecektir. Ancak ümit edilir ki bu “Bereketli Topraklar Üzerinde” umut dolu yarınlarda, daha adil, daha eşit şartlarda daha güzel bayramlar kutlanacaktır. Semirdikçe semiren, kollandıkça palazlanan, işçinin, emekçinin, çalışanın emeğiyle arsızlaşan, duyarsızlaşan sistemin sürdürülemez olduğu elbet bir gün anlaşılacaktır. İşte o zaman bayramlar bayram olacaktır.