Arka mahallede işler hiç de iyiye gitmiyor

Uzun zaman önce büyüsünü yitiren dünya kendisine daha iyi bir gelecek hayalleri kurduran akılcılığın demir kafesine sıkışıp kalmışken insanoğlu yürüdüğü yolda bıraktığı ayak izlerinin etkisini pek de umursamıyor. Işıltılı caddelerin, Babil Kulesi ile yarışan gökdelenlerin arasında dünya, üzerinde yaşayan insanların sorumsuzluğunu artık taşıyamaz hale gelmiş durumda.

Geçtiğimiz haftalarda Netflix’te bir çizgi filme denk geldik oğlumla. Japon yapımı olan film, meğer dünya genelinde bir hayli ünlü imiş. Medyaya yansıyan haberlere göre otuz ikinci yaşını kutlayan Totoro, izlediğimiz günden bu yana bizim için de önemli bir kahraman haline geldi. Hatta internette oyuncaklarına denk gelen oğlumun kapitalizminin küçük kurbanlarından biri haline gelip benden, şu an için sadece Japonya’da satılan, matruşka Totoro figürlerinden talep etmesiyse evde bir mikro krize sebep oldu.

Bahsettiğim çizgi filmde ana karakter Totoro’nun yanı sıra sevimlilikleriyle dikkat çeken minik figürler vardır, izleyenler bilir. “Toz tavşancığı” adıyla izleyiciye sunulan bu figürler uzun süre sahipsiz olan evlerde biriken sevimli yaratıklardır ve hikâyeye göre evde yaşayanların mutlu ve neşeli olduklarını görünce evden ayrılacaklardır.

Evli erkeklerin (benim de içinde bulunduğum) bir kısmı, evde toz tavşancığına benzer minik, gözle görülmeyen canlıların yaşadığına inanıyor sanırım. Evi dağıtmak veya kirletmekten ziyade düzenleme, temizleme işleriyle uğraşıyor olmalı bu canlılar. Var olmalılar; yoksa kirli çamaşırların renklerine göre ayrılması, yıkanan çamaşırların katlanıp gardıroba yerleştirilmesi, yazlık kıyafetlerin çıkarılıp kışlıkların saklanması, marketten alınanların dolaplara yerleştirilmesi gibi biz erkeklerin pek gözüne çarpmayan, çarpsa da genellikle angarya gördüğümüz bu ufak tefek(!) işleri kim yapıyordur evde? Hızla akıp giden hayatın içinde üzerinde durulacak mesele midir canım, çamaşırların katlanıp katlanmadığı, dolaba yerleştirip yerleştirilmediği. Pes yani!

Canlı bir organizma gibi çalışan evin, içinde yaşayanlara sunduğu huzurun ve konforun devamı ancak sistemin sağlıklı çalışmasına bağlıdır. Zira tüm sistemlerde olduğu gibi evde de gözardı edilen, halı altlarına, battaniye kenarlarına, koltuk arkalarına atılanların bir gün karşımıza çıkma ihtimali muhakkaktır. Tıpkı küçümsediğimiz, önemsemediğimiz işler gibi. Tıpkı dünyanın da daima aynı tempoda, aynı verimlilikle bize hizmet edeceğini düşündüğümüz gibi. Ayağımızı uzatıp yudumladığımız kahvenin sıcaklığında Burj Khalifa’nın yüksekliğini, A380’nin ihtişamını, çıkan doları, düşen borsayı, sürünen moralleri konuşurken, coin piyasasındaki dalgaların etkisi ya da son gönderimizin kaç “like” aldığı gibi çok büyük problemlerimiz var bizim.

Oysa arka mahallede işler hiç de iyiye gitmiyor.

Mikroplastikler

Uzun zaman önce büyüsünü yitiren dünya kendisine daha iyi bir gelecek hayalleri kurduran akılcılığın demir kafesine sıkışıp kalmışken insanoğlu yürüdüğü yolda bıraktığı ayak izlerinin etkisini pek de umursamıyor. Işıltılı caddelerin, Babil Kulesi ile yarışan gökdelenlerin arasında dünya, üzerinde yaşayan insanların sorumsuzluğunu artık taşıyamaz hale gelmiş durumda.

Naylona sarılmış hayatımızda her yıl sahillere vuran plastik çöplerin 15 milyon tona kadar ulaşabileceği ifade ediliyor mesela. Bu, o plastiği atan insan yeryüzünden silindiğinde, beşinci kuşak torunu doğduğunda da o çöpün dünyayı kirletmeye devam edeceği anlamına geliyor. Dünyanın son gideri olarak adlandırılan okyanuslara ulaşan bu plastiklerin önemli bir kısmı dalgaların, güneş ışığının ya da bazı deniz canlılarının etkisiyle parçalanıp daha küçük boyutlara ulaşabiliyor. 5 mm’den daha küçük boyuta indiğinde bu plastik parçasına mikroplastik deniyor. Türkiye’de 16 tuz firmasının içinde en çok da deniz tuzu üretenlerin ürünlerinde tespit edilen bir madde bu. Mikropolastiklerin deniz canlılarının sindirim sistemlerinden kas ve dokularına geçtiğine dair net bir çalışma yok. Ama milimetre boyutundaki bu plastik parçalarının ufalanmaya devam etmesi gözle görünemeyecek boyuta, bir metrenin 100 milyarda biri boyutuna yani nanoplastiğe dönüşmesi tehlikesini de içinde barındırıyor. Nanoplastik parçaların ise hem deniz canlılarının hem de insanların doku ve hücrelerine girmesi ise gayet mümkün. Sağlamlığını arttırmak ya da ısıya dayanıklı hale getirmek için karışımına onlarca kimyasal madde katılan plastiklerin doku, organ ve hücrelerimize ulaşmasının ne gibi sonuçlar doğuracağını az çok tahmin edebiliriz sanırım.

Plastik ve türevi ürünler 1950’li yıllardan itibaren dünyada yayılış gösterse de günümüze dek üretilen plastiğin yarısı son on beş yıl içinde üretilmiş. Dünya çıldırmışçasına yoğun şekilde kullanıyor bu maddeyi. Yiyecek ambalajından, otomotiv sanayisine, elektrik/elektronik ürünlerden inşaata kadar hayatımızın her alanında varlar. Kullanmayı ve hemen ardından atmayı seviyoruz. Çünkü bize sorun çıkartmadıklarına inanıyoruz. Çünkü yaşam şeklimize çok uygunlar. Düşünmemize gerek yok. Bu marketten aldığımız naylon poşet için de böyle, içtiğimiz suyun pet şişesi için de, çocuğumuzun kırılan oyuncağı için de.

“Bu insanlar neden bu kadar dikkatsiz?”

Her yıl artan miktarda plastik vb. ürünlerden oluşan çöp yığınları üretiyor, bu çöp yığınlarını sağlıklı şekilde ayrıştırıp geri dönüşüme çeviremiyor, üstüne başka ülkelerden de çöp ithal ediyoruz. Greenpeace Akdeniz’in Avrupa İstatistik Ofisi (Eurostat) ve İngiltere Ulusal İstatistik Dairesi’den topladığı verilere göre*:

  • Türkiye, 2020 yılında Avrupa Birliği ülkeleri ve İngiltere’den toplam 659,960 ton plastik atık ithal etti.
  • 2019 yılında Avrupa’dan Türkiye’ye gelen plastik atık miktarı 582,296 tondu. 1 yılda plastik atık ithalatı yüzde 13 arttı.
  • Türkiye, 2020 yılında da Avrupa’dan en çok plastik atık alan ülke oldu. Türkiye, Avrupa plastik atık ihracatının yüzde %28’ini karşıladı.
  • Plastik atık ithalatı son 16 yılda (2004’ten bu yana) ise 196 kat arttı.
  • Türkiye’ye 2020 yılında en çok plastik atık gönderen ilk beş ülke: İngiltere (209,642), Belçika (137,071), Almanya (136,083), Hollanda (49,496), Slovenya (24,884)

İster kendi ürettiğimiz ister ithal ettiğimiz olsun üzerinde yaşadığımız ülkeyi yavaş yavaş  çöple boğduğumuz, nefesini kestiğimiz aşikar. Ne yerel yönetimlerin ne de insanımızın bu konuda yeterli hassasiyet göstermediğini görmek ise işin en acı tarafı. Daha evde kullanılmış kızartma yağlarını nasıl bertaraf edeceğimizi bile çözebilmiş değiliz. 

Okuldan birlikte döndüğümüz bir gün yere gelişigüzel atılmış çöpleri gören oğlum söyleniyor: “Bu insanlar neden bu kadar dikkatsiz?”

Belli ki derste vurgulanmış bir konu. Pek çok çocuk da onun gibi. Şimdi çok hassaslar. Ancak yaşadıkları toplumun umursamazlığı bu çocukları da yozlaştıracak.

Başarılı Japon yönetmen Miyazaki ,Totoro’da Mei ve Satsuke kardeşler üzerinden doğayla uyum içinde olmanın önemini vurgulayıp toz tavşancıklarının ancak mutlu ve neşeli bir ev ortamı oluştuğunda oradan ayrılacaklarını anlatıyordu.

Çöpümüzle, binbir çeşit plastiğimizle boğduğumuz dünyanın mutlu ve neşeli olmasından o kadar umudu kesmişiz ki Mars’a araçlar gönderip o yoz arazide yaşam arayacak kadar acizleşmişiz.

*

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi