Kerem Gürel
“Altı peni bulacağım diye yere bakarak dolaşırsan, Ay’ı kaçırırsın”
Bırakmayı düşündünüz mü hiç?
•••
Bir anda.
•••
Ve görünen hiçbir sebep yokken.
•••
Yaşadığınız onca koşturmacanın ruhunuzda yarattığı yorgunluğu ve taşımaktan bıkkınlık gelen ağırlığı bir duvar dibine bırakmayı, sadece çıplak ruhunuzu yanınıza alıp tüm sorumluluklarınızdan koşarak uzaklaşmayı…
“Abi alacaksın şöyle bir ev, yerleşeceksin küçük bir sahil kasabasına, ne internet ne telefon… Doğal yaşayacaksın…” muhabbetinin pırıltılı ve klişe aleladeliğinin çok ötesinde, safi varlığımızla baş başa kalıp tamamen farklı bir dünyanın koynunda varolmaya çalışmaktan bahsediyorum.
Daha önce hiç bilmediğiniz bir şehrin akşama kucak açan salaş sokaklarında, hiç tanımadığınız insanlar arasında, yalnızca bir öğün sonrasını düşünerek yaşamak…
•••
Akıllı telefonların boynumuza vurduğu lalenin, kredi kartının ayağımıza geçiriverdiği pranganın, düzenli ödediğimiz türlü çeşit aboneliklerin, okul taksitlerinin, ev kredisinin, arabayı yenileme arzusunun, tatile gitme hayalinin, o terfiyi kapma hülyasının, borsadaki yükselişin, dövizdeki düşüşün, Starbucks’taki kahvenin, Gratis’teki indirimin, siyaseten sindirilmişliğin… kara kapkara bulutları altında bir demet güneş ışığı beklentisiyle geçen varolma çabasının yorgunluğuyla bırakıvermek…
•••
Zor…
Her yerden bağlandığımız binlerce örümcek ağının kıpırtısız çaresizliğinde yaşayıp gitmekten kurtulmak, zihinlerimizin bodrum katında çoğunca patlamayı bekleyen bir tohum gibi ölüme kurulu bir hayal olarak kalır çoğunca.
•••
Edebiyatın da ziyaret etmeyi sevdiği bir sokaktır bu. Bulunamayan kayıp Eldorado’dur. Atlantis’tir. Melville’in katibinde ya da Maugham’ın ressamında görürüz bu cesareti.
•••
Moby Dick’le tanınsa da daha az hacimli kitabı “Katip Bartleby”de de aynı muhteşem anlatımı ortaya koyar Melville. Hikayenin kahramanı Bartleby kapitalizmin kıblesi Wall Street’te hukuk bürosu işleten orta sınıf bir avukatın yanında çalışan sıradan bir katiptir. Verilen görevleri kendine ayrılan küçük odasında sessizce yerine getirir. Ancak zamanla Bartleby’nin bu sessizliği “yapmamayı tercih ederim”lerle bir garip hâl alır. Çalışanının bu pasif direnişi karşısında çaresiz kalır avukat. Ona kızıyor, öfkeleniyor, acıyor ve tüm bu duygularının ardında gizli gizli hayranlık da duyuyordur. Bartleby’nin avukatın taleplerini geri çevirmesi ve gösterdiği pasif direniş kimi yorumcular tarafından o dönemde Amerikan kültürünün büyüyen materyalizminin bir eleştirisi olarak okunmuştur.
Bartleby’nin yaşadığı toplum çekik gözlü filozofumuz Byung-Chul Han’ın da dikkat çektiği gibi bugünün performans toplumu değil modernitenin dayattığı disiplin toplumudur. O, ona verilen görevleri sorgulamadan yapmakla mükelleftir. Zaten Melville’in ona biçtiği katiplik görevi de yaratıcı olmayı değil varolanı kopyalamayı, aynı düzeni devam ettirmeyi gerektirmektedir. Ancak kitapta da sık sık tekrar edildiği üzere duvarlarla çevrili odasında Bartleby’nin durumu “kendini var edeyim derken yok eden bir insanın hüzünlü öyküsüdür.” (Zuhal Demirarslan). Kendisine verilen görevleri “yapmamayı tercih eden” Bartleby’nin hayatla olan bağı giderek daha fazla zayıflar. Yememeyi tercih eden katip bir süre sonra ölü bulunur. Kim bilir bu ölüme yatmanın ardında Bartleby’nin daha önce ölmüş insanlara gönderilen mektupların okunup imha edildiği “Sahipsiz Mektuplar Bürosu”nda çalışmasının da etkisi vardır.
•••
İngiliz romancı ve öykü yazarı W. Somerset Maugham ise “Ay ve Altı Peni” kitabında bir başka bırakanın öyküsünü bambaşka bir perspektiften anlatır. Kurulu düzen ve para ile hayaller arasındaki ikilemdir kitabın konusu; adıysa Maugham’ın bir mektubunda kullandığı şu ifadelerle ilişkilidir: “Altı peni bulacağım diye yere bakarak dolaşırsan, Ay’ı kaçırırsın.”
20.yüzyılın başında Londra’da yaşayan alelade bir borsa simsarının resim yapma tutkusuyla tüm sahip olduklarına sırt çevirip bambaşka bir dünyanın kollarına kendisini bırakışının öyküsüdür bu.
Anlatıcı sıradan bir cemiyet toplantısında tanışır Charles Strickland ile. Sohbeti hayli sıkıcı gelir bu borsa simsarının anlatıcımıza. Kurduğu düzen içerisinde karısı ve iki çocuğu ile konforlu kozalarında yaşıyorlardır. Ne Strickland’in bu basit havası, ne de ailenin sıradanlığı anlatıcımızı etkiler. Davet edildiği partinin sıkıcı atmosferinden kurtulmak için bu iri yapılı borsacıyı uzun uzun inceler. Ona göre Bay Strickland’de karısının ondan beklediği gibi sanat ve edebiyat dünyasında yer edinmek isteyen bir kadına itibar kazandıracak bir karakter yoktur. Ancak karısına sağladığı konfor ve refah Strickland’in bu kusurunu örtüyor, dışarıdan bakanlar sıcak bir yuva görüyordur.
Taa ki anlatıcımızı şok eden o habere kadar.
Strickland gitmiştir.
Hayatta tüm sahip olduklarını bir kenara bırakıp çıplak benliğiyle, kendisini de alıp.
Başta restoranda çalışan bir kızla Paris’e kaçtığı dedikodusu yayılsa da anlatıcımız Bay ve Bayan Strickland arasında arabuluculuk yapma hevesiyle Bay Strickland’in ardı sıra gittiği Paris’te görür tüm gerçeği. Strickland’in yaşamında anlatıldığı gibi ne bir genç kız vardır ne de lüks bir otel odası. Anlatıcı onu sokak arası üçüncü sınıf bir otelde sefalet içinde bulur. Tanıştıkları zaman konfora ve refaha bulanmış yaşamı gitmiş yerine resim yapma tutkusu gelmiştir.
Bu saatten sonra anlatıcı Strickland’in tavrını kafasının içinde sorgulamaya başlar. Tıpkı Bartleby’nin patronu gibi anlatıcımız da alışık olmadığı tavır sergileyen bu ilginç karaktere nasıl davranacağını bilemez. Saçmalıktır bu. İnsan böylesine zenginliğe ve mutluluğa sahipken nasıl ve neden bırakır? Sefaleti ve yalnızlığı seçer? Düşündükçe Strickland’in bu kararı daha bir cezbedici hâl alır anlatıcımızda. Yavaş yavaş bir imrenme duygusunun filizlendiğini hissediyoruzdur. Sorgulamalar başlar anlatıcının zihninde: “İlk duraktan son durağa raylar üzerinde ilerleyen ve taşıyacakları yolcuların sayısı aşağı yukarı hesaplanabilen tramvay vagonları gibiydik. Hayat fazlasıyla konforlu geliyordu…Strickland beni dumura uğratmıştı. Gerekçelerini anlayamıyordum. Ressam olma fikrini ilk kez nasıl edindiğini sorduğumda cevap verememiş ya da vermek istememişti… Ağır işleyen zihninde karanlık bir isyan duygusunun yavaş yavaş taşma noktasına geldiğine kendimi ikna etmeye çalıştım, ama hayatının monotonluğu karşısında hiçbir zaman sabırsızlık göstermediği gibi su götürmez bir gerçek vardı bu fikri çürüten. Dayanılmaz bir sıkılma hissi neticesinde, sırf bezginlik veren bağları kopartmak için ressam olmaya karar vermişse bu anlaşılır bir durum olacak, sıradanlaşacaktı; ama ben tam da onun sıradan olmayan bir vaka olduğunu hissediyordum. Romantik biri olduğumdan, fazla zorlama bulsam da içimi rahat ettiren tek yoldan giderek kafama yatan bir açıklama ürettim: Ruhunun derinlerine kök salmış, yaşam koşullarının karanlıkta bıraktığı fakat canlı dokuda kanserin yayıldığı gibi amansızca büyüyen ve en nihayetinde bütün varlığını ele geçirip onu eyleme geçmek zorunda bırakan bir yaratma içgüdüsü vardı derinlerinde belki de. Guguk kuşu yabancı bir kuşun yuvasına yumurtlar ve yavru yumurtadan çıktığında üvey kardeşlerini omuzlayıp dışarı atar, en sonunda da onu koruyan yuvayı parçalar.”
Anlatıcıya göre Strickland pek çok İngiliz’den farklıdır, çünkü rahat etme kaygısından yoksundur. Yaratılan konforun zamanla yaratıcılığı pörsüttüğü iddiası zaman zaman dile getirilir. İranlı yazar ve sosyolog Ali Şeriati’nin “Konfor ruhun bataklığıdır” ifadesi bu iddianın özeti gibidir.
•••
Hayatımızı ressamlığa özenen ve tüm hayatını bu arzusu ile tepetaklak hale getiren Strickland’in cesaretine imrenip Bartleby gibi olma korkusu arasında gitgeller yaşayarak tüketiyoruz.