Zamanın Laneti

Ömrünün büyük bir bölümü Karadeniz kıyıcığında küçük bir kasabada geçti. Hemen herkesin birbirini tanıdığı o bildik kasabalardan biri.

Bir nahiye kırıntısı.

Yalnızca işi olanların ya da bağı kalanların uğradığı bir yol üstü kasabası.

Giderken sağda dönerken solda kalanlardan.

Yol boyu dizilmiş farklı çirkinlikte, farklı renkte, sıvalı sıvasız, çatılı çatısız evler. Girişte büyük bir kahvehane. Kahvehanede namaz saatini bekleyen takkeli kamburu çıkmış ihtiyarlar, ağzında sakız şen kahkahalı gençler, sekiz köşe şapkalı çiğneme topuklu adamlar…

En büyük etkinliğin yoldan gelen geçenleri izleme olduğu bu yerlerde tek bir amaç vardır aslında. Taşra sıkıntısına boğulmuş insanlar zamanın lanetini yaşıyordur. Yusuf Atılgan’ın kaleminden çıkmış gibidir burada dünya. Tıpkı onun öykülerindeki gibi akar hayat.

İnsanlar hapsedildikleri çemberin içinde önlerine konan zamanı harcayıp oyalanmakla meşguldürler. Adeta Platon’un mağara alegorisindeki gibi zincirlenmiş ve kafalarını dahi kaldıramayacak halde bırakılmışlardır. Gündelik işler, tarla bahçe, hayvan ağıl işleri tamamlandığında ya da bunlara ihtiyaç kalmadığında buradaki insanlar nasıl tüketeceklerini bilmedikleri bir zamana mahpus olurlar. Gün geceden dönene kadar harcanacak zamanları olduğunu bilirler de nasıl tüketeceklerini bilmezler pek.

whatsapp-image-2024-06-15-at-13-59-36.jpeg

İri kıyım, kara bıyıklı adamlardan fesli kambur ihtiyarlara, evin içinden dönenen genç kızlardan oturduğu yerde tesbihini çeken, pencereden komşunun çocuğunu izleyen teyzelere hepsi aynı lanetin kurbanlarıdırlar. Sabah evinden çıkıp bisikletine biner gelir çevre köyden adamlar. Ya da emektar Fordson traktörüyle. Bir kahvehaneden diğerine geçilir gün boyu. Bir vakit namaz eda edilir. Kasabanın ucuz lokantasında bir tas çorba ile öğün atlatılır. Okula atanan müdürün nereli olduğu, yüzünün neden hiç gülmediği konuşulur, mazot fiyatı tartışılır, yeni jandarma başçavuşunun ne zaman görevine başlayacağı merak edilir. Kasaba minibüsünden inip evine gidenler süzülür inceden inceye. Yabancı yüzler incelenir. Nereden geldiğine nereye gittiğine dair tahminler edilir. Dedikoduya kayar ya sohbet, olsundur, bunca öldürülecek zaman varken dedikodu da bulaşacaktır illa ki muhabbetin kıyısına köşesine. Bir kahvehanede sandalyede başlayan muhabbet bir başka kahvehanede taburede devam ettirilir. Öğle ezanıyla beraber günahlar dökülüverilir yaşlı caminin tüyleri dökülmüş halıları üzerine. Avludan çıkıldığında herkes pür-ü paktır artık. Geçen yıl erişkin iki kızıyla dul kalan Naciye’nin saçlarını boyatması da dahil edilebilir artık muhabbete.

Gençlerin ahlâksızlığından dert yanılır. Başımıza taş yağacaktır tövbe estağfurullah. Ama Naciye’ye de sarı saç yakışmıştır Allah için. E hâlâ gençliğindeki kadar güzeldir. Ama şu diziler var ya, onlar hep toplumun ahlâkını bozuyordur. Hükümet neden müdahale etmiyordur artık. Kızları da Naciye kadar güzel olmuşlardır. Hayırlısıyla başlarına bir iş gelmeden evlenselermiş. Kasaba gibi bi yerde iki erişkin kızla Naciye gibi bir kadın nasıl ersiz başa çıksınmış.

“Hüseyin! İki çay daha çek bize. Biri demli olsun. Bu nasıl çay be oğlum, demli dedik sana, ortalık adamıyız biz artık. Dem çek şuna!”

•••

Evleri de boğuyordur aslında bolca kalan zaman. Çamaşırı bulaşığı makinede yıkanan Hatice çocukları da okula göndermiş, evini toplamış kurulmuştur kenarı kırık çekyatının köşesine. Kumanda elinde Müge’yle şaşırmış, Didem’le ahlanmış, Esra’yla gözleri dolmuştur. Bir yandan elişini yapar diğer yandan hiç tanımadığı insanların dertlerine yanıp feryatlarına katılır. Gün akşama dönerken yemek hazırlanacak hane halkı doyurulacak, bulaşıklar tekrar yıkanacaktır. -“Bu akşam ne? Heh salı. Bahar’ın yeni bölümü var. Gözü çıksın o Timur’un. Geçen hafta nasıl da en heyecanlı yerinde bitirmişlerdi. Akşam olsa da izlesek.”

•••

Çocuk okuldan gelmiştir. Üzerini çıkarmadan kaçar dışarı. Onun da harcayacağı zamanı vardır cebinde. Akşam yatma saatine yakın aklına gelir ödevi.

“Anne! Türkiye’nin komşularını yazın dedi öğretmen. Söylesene yazayım ben.”

Babaya gönderilir çocuk usulca. Baba gün boyu kahvehanede sandalyede oturmaktan ağrıyan sırtını çekyatta dinlendiriyordur. Üzerine sinen sigara kokusuna tüm hane halkı alışmıştır artık. Kimse ses etmez. Baba çocuğun sorusuna cevap bile vermez. Oğlan yarın arkadaşlarından alıp yazacağı umuduyla kapatır defterinin kapağını.

Televizyonda gece haberlerinde yine bir İskandinav ülkesinin dünyanın en mutlu ülkesi olduğunun haberi geçiyordur. Kimse dinlemez.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi