Justin Timberlake ve Mehmet Akif’le Berlin

İnsanda her şeyin başı sağlık, devlette her şeyin başı güvenlik.

Amerikan Dışişleri, Almanya’ya 600 Patriot füzesinin satışını onayladı. Fiyat 5 milyar dolar.

Peki seçimleri Trump kazanırsa Amerikan müttefiklerinin güvenliği ne olacak? Şu olacak; Almanya, Ukrayna ve tüm NATO üyeleri kuzu boku gibi açıkta bırakılacak. Rus ayısına, Çin kaplanına yem edilecek. Trump önce ve sadece Amerika, Amerika’dan sonra tufan diyecek.

Bu yüzden Almanya’da merkez sol hükümet Harris’i destekliyor. Anketlere göre Alman halkının da %77’si Harris’in seçilmesini istiyor. Yine halkın büyük çoğunluğu, İsrail’in Hamas’a verdiği tepkide çok ileri gittiğini düşünüyor. İran’ın İsrail’e saldırması halinde şunu söylüyor: Alman ordusu İsrail’i desteklemesin.

Berlin’de bu gri gündemleri kahvaltı için gittiğim Frühstück 3000’te okuduğum gazetelerden takip ediyorum. Gault&Milaut rehberinde bulunan bu restoranın kruvasanları çıtır, havyarlı eggs benedict’leri ve fokaça ekmeğinden yaptıkları rozbif sandviçleri dikkate değer.

Öğlen ve akşam yemekleri için flaş bir nokta ise Borchardt restoran. Karl Lagerfeld’in Berlin’deki favori restoranının iki spesiyali: soslu antrikot ve Viyana usulü şinitzel. Benim tercihim şinitzel. Fakat burası sadece yemekle ilişkili bir yer değil. Borchard; medya, moda ve siyaset dünyasının hit isimlerinin görülmek istedikleri, bunu yaparken de iyi yemek bekledikleri bir nokta. Klasik, ahşap lambirilerle kaplı ağır iç mekânı ve kesinlikle içeriden daha sevimli bir arka bahçesi var.

justin-timberlake.jpg

Justin Timberlake’i Amsterdam’da izlemiştim. Yıl 2014’tü. Sahnede daha önce benzerini görmediğim bir mekanizma vardı. Justin, hareketli bir köprü platformun üzerinde performans verirken mekanizma, konser alanını bir uçtan bir uca kat ediyordu. Bu aygıt, Justin’i demokratikleştirmişti. Hareketli sahne marifetiyle, en ucuz bileti alanlar dahi O’nu hemen önlerinde izleyebiliyordu.

Aradan 10 yıl geçti. Timberlake’i bu kez Forget Tomorrow dünya turunun Berlin ayağında izledim. Hareketli sahne yoktu ama prodüksiyona yine ciddi bir bütçe yatırılmıştı. 3 boyutlu dikdörtgen prizmaların üzerinde, her şarkıya özel hazırlanmış dijital görsel tasarımlar, Justin’in yüksek enerjili performansıyla daha bir farklı parlıyordu.

Konserin son parçası adeta bir Mission Impossible sahnesiydi. Justin, beline ve omzuna bağlı kayışlarla yukarıdan bağlandığı bir sistemle dikdörtgen prizmanın üzerinde son şarkısını söyledi. Prizma, parçanın sonlarına doğru öyle bir ivmelendi ki seyirciler bir an çığlık çığlığa bu dekorun kopup üzerlerine düşeceğini sandı. Ama hayır. Her şey kontrol altındaydı. Justin, yer çekimine meydan okuyordu. Parçanın adı Mirrors’tı.

Justin, şarkıların arasında seyirciye beraber büyüdüklerini söyledi. 90’ların başından beri hayatımızdaydı. Britney Spears’la ilişkisi peri masalı gibiydi. Sonradan öğrendik. Meğer kazın ayağı öyle değilmiş. Spears, geçen yıl çıkan The Woman in Me (İçimdeki Kadın) kitabında Justin’den hamile kaldıktan sonra kürtaj olduğunu ve Justin’in kendisinden mesajla ayrıldığını yazdı.

Justin, Berlin’deki konserinde tüm geceyi tek kostümle tamamladı. Bol, dökümlü, siyah, kruvaze bir takım elbise… Beyaz spor ayakkabılar, ceket içinde beyaz, kolsuz bir atlet... 2024 yapımı Drown isimli parçasını ilk kez bu konserde duydum ve bayıldım.

43 yaşında, yüzyılın en esaslı şovmenlerinden biri haline gelmiş, popun halen hüküm süren prensi, on yıllardır sürdürdüğü kariyerinin asla tesadüf olmadığına bizi bir kez daha ikna etti. Nereden bakarsanız büyülendik, unutulmaz bir geceydi. Şovu bu yılın sonunda tüm dünyada yaklaşık 1 milyon kişi izlemiş olacak. Nisan’da başlayan tur Aralık’ta bitecek. 86 konserlik dünya turundan elde edilen bilet gelirleri 140 milyon dolar olacak.

deniz-kiyisindaki-kesis-caspar-david.jpg

Justin’in performans verdiği Uber Arena’dan 5 kilometre ötedeyse Alman romantizm resminin en esaslı temsilcisi Caspar David Friedrich’in bir şovu vardı. Bir gün önce Justin, sahnede yer çekimine meydan okuyordu. Ertesi gün Alte Nationalgaleri’de gördüğüm eserler, bana 1840’ta ölen Caspar David’in ölüme meydan okuduğunu gösterdi. Başyapıtı Deniz Kıyısındaki Keşiş resminin önünde uzun uzun durdum. Hatta resmin içine girip keşişin yanına gittim. Keşişle beraber sisli Baltık denizine uzun uzun bakarak hayata dair muhasebelere giriştim.

Sanat ruhu doyuruyor ama karın doyurmuyor. Almanya’da pffefling yani horoz mantarı mevsimi başladı. Çarşıda pazarda renk renk sergilenen mantar cümbüşü, şef restoranlarının menülerine de yansıdı. Ben horoz mantarı mevsimini Michelin Bib Gourmand listesindeki Jäger & Lustig restoranda kutladım. Epey makul fiyatlarla yanında yemyeşil tere köpüğü, kızarmış ekmekle servis edilen mantar çorbasını denedim. Ardından yaban turpu, patates püresi ve havuçlarla tencerede pişirilmiş kuzu etinin keyfini çıkardım.

Yaz akşamlarıma dokunan bir başka nokta Kino Babylon. Mimar Hans Poelzig imzalı bu özel yapı 1929’da inşa edildi. Kült filmlerin gösterildiği tarihi sinema salonunda enteresan bir şey oluyor; Bir yandan film gösteriliyor, bir yandan canlı bir orkestra filmin müziklerini icra ediyor. Ben geçtiğimiz günlerde Charlie Chaplin’in The Gold Rush (Altına Hücum) filmini izledim. Chaplin’in müstehzi mütevaziliğiyle eğlendim. Bu büyülü salonda gördüğüm bir başka film, Weimar sinemasının mihenk taşı, tüm korku filmlerinin babası, Doktor Caligari’nin Muayenehanesi’ydi. Orkestra ve filmin senkronizasyonu Alman disiplininin ibret verici bir şovuydu.

kino-babylon.jpg

Berlin’de bir kısa öğlen yemeği için Adlon Kempinski Oteli’ne gittim. Menüde Adlon Klasikleri diye bir bölüm var. Bu bölüm 2 yemekten oluşuyor. Biri Berliner Currywurst yani Almanların salçalı sosisi… Diğeri ise bizim Döner Kebap… 1907’de açılan bu otelde Angela Merkel ve Barack Obama, romantik olmayan bir akşam yemeği yediler. 2002’de Michael Jackson’ın oğlunu pencereden sallandırdığı otel, işte bu oteldi. Charlie Chaplin, Thomas Edison, Henry Ford, Franklin Roosevelt gibi renkli figürler burada konakladı. Daha enteresanı Mustafa Kemal, Sultan Vahidettin ve Tayyip Erdoğan Adlon’da kaldı. Almanlar, 1914’te Mehmet Akif’i Berlin’e davet ettiler. Kibarlık olsun diye Adlon’a götürdüler. Fakat bizim milli şair, otelin şatafatından rahatsız oldu. Adlon yerine mütevazı bir otelde kaldı. Yine de Berlin’in bu şaşalı yapısına dair bir şiir yazmadan edemedi. Ondan bir bölümle bitirelim:

Meğer oteller olurmuş saray kadar ma'mur,
Adam girer de yaşarmış içinde mest-i huzur,
Beş altı yüz odanın her birinde pufla yatak
Nasib olursa eğer hiç düşünme yatmana bak.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Efe Sıvış Arşivi