Begüm Erdoğan

Begüm Erdoğan

İtalya ve İspanya Filmleri Oscar’da

Bu hafta İtalya’nın Oscar’da En İyi Yabancı Film dalındaki adayı “Kaptan Benim!” (Io Capitano) vizyonda izleyicilerle buluştu. Geçtiğimiz ayda da İspanya’nın adayı “Kar Kardeşliği”nin (La sociedad de la nieve)  Netflix’e gelmesiyle, insanın yaşama canla başla, hatta etiyle kemiğiyle tutunduğu iki film seyirciye sunulmuş oldu. Kar Kardeşliği de Kaptan Benim de insanın ekstrem doğa koşullarıyla nasıl mücadele ettiğini gözler önüne sererken, Kaptan Benim bir adım öteye giderek insanların en karanlık hallerini de gözler önüne seriyor. 

Bu filmler izlemesi ve hakkında konuşması, hatta hakkında okuması bile kolay filmler değiller. Bunun uyarısını yapmak isterim, çünkü çok fazla acı ve tetikleyici olabilecek konular içeriyorlar. Başka bir deyişle; bu yazıyı, okurken rahatsız etmemesine özen göstererek yazdım fakat bu yapımları izleyip izlememe kararını sizlere bırakıyorum.

Kar ve Kan ile Hayat Mücadelesi, “Kar Kardeşliği” 

Aslında bu hikaye farklı materyaller üzerinden birden çok defa anlatıldı. Ancak hiçbirini izlemek diğerinden kolay değil. Bazı hikayelerin anlatılması insanı iyi hissettirmez, rahatsız eder, bu duyguyu iyi yansıtmak marifettir o hikayelerde. Kar Kardeşliği de tam böyle bir hikaye. 

And Dağlarına düşen Aruguayan Air Force Flight 571 kazazedelerini izlerken onlarla iki saat yirmi dört dakika geçiriyoruz. Biz onların travmasına bu kadar maruz kalıyoruz. Ancak onlar, yetmiş iki gün geçiriyor dağların tepelerinde. Sevdiklerinin bir kısmı uçak ilk düştüğü anda hayatlarını kaybediyorlar. Bir diğer kısmıysa And Dağlarının soğuğu ve karıyla mücadele ederken yok olup gidiyor. Kalanlarsa hayatta kalmak veya yitip gitmek arasındaki fark olan inanılmaz zor bir kararla baş başa kalıyorlar. Böylesine derin hüzün, kayıp ve çaresizlik barındıran gerçek olayları ekrana yansıtmak ve duygusundan kaybetmeden ya da aşırı abartılı olmadan seyirciye geçirmek son derece zor bir iş ama yönetmen koltuğundaki J. A. Bayona bir yolunu buluyor.

Böyle bir filmden genelde bekleyeceğimiz şey, insanın hayatta kalma içgüdüsüne hayran bırakması, ve düşünerek anlaşılamayacak zorlukların üstesinden gelen insanların dayanıklılığına şapka çıkarmak. Ancak Bayona’nın filmi bir adım öteye gidiyor. Hayat ve hayatın sonu incecik bir çizgiyle ayrılmışken ve tüm sınırlarımız zorlanırken, değerlerimize ne olduğunu soruyor aslında. Verdiği yanıtsa umut dolu. Tüm koşullar aleyhlerine çevrilmiş bahtsız gençler, birbirlerine yaslanıyorlar. Hayatları için mücadele ediyorlar ve bunu birbirlerine karşı değil, birlikte yapıyorlar. Belki de gerçekten bir spor takımı olmalarının, hayatları tepe taklak olduğunda birlikle hareket etmelerinde payı vardır. 

Birlikte olmalarından güç alıyorlar kesinlikle ama bu gençlerin tutundukları başka dallar da var. Örneğin din kesinlikle bunlardan bir tanesi. Kilisede öğrendiklerini dağların tepesinde, soğuğun insafında ve uçağın kopmuş bir parçasında otururkenki gerçekleriyle nasıl bağdaştırıyorlar peki? Birbirleriyle olan bağlar sağlam kalmaya nasıl devam ediyor? Bu sorulara da yönlendiriyor Bayona. Verdiği net bir cevap yok ama farklı gençlerin gözünden bakıyor, onların perspektiflerini sunuyor. En vurucu sahnelerden biri de süreçte kendiliğinden lider gibi görmeye başladıkları Puma’nın söyledikleri. Puma, inancının, kader yoldaşlarının şefkatinde olduğunu ifade ediyor. Birlik duygusunu bizlerin etine kemiğine kadar hissettiriyor ve film bence bu sebeple öne çıkıyor.

 

Senegal’den İtalya’ya, “Kaptan Benim!” 

Matteo Garrone’nin filmi, Venedik’te Altın Aslan için “Yeşil Sınır”la (Green Border) ve Yorgos Lanthimos’un 9 Şubat’ta vizyonda izlemek için sabırsızlandığımız filmi “Poor Things” ile kapıştı. Lanthimos büyük ödülü eve götürürken İtalya’nın Oscar seçimi, Venedik’ten “en iyi yönetmen” ve başrol oyuncusu Seydou Sarr’a verilen “en iyi genç oyuncu” ödülleriyle döndü. 

Film, müzisyen olma hayalleri için Senegal’deki ailelerini geride bırakarak İtalya’ya göç etmeye çalışan Seydou ve Moussa adlı iki kuzeni konu alıyor. Seydou ve Maoussa’nın kafalarında net bir rota olmasa bile büyük hayalleri olan iki genç. İnşaat işlerinde çalışarak para biriktirirler ve sonra o parayı kullanarak yasadışı yollarla İtalya’ya göç etmeye çalışırlar. Ancak bu yola başvuran birçok insan gibi Mussou ve Seydou da hiç tahmin edemeyecekleri güçlüklere dayanmak ve onları göğüslemek zorunda kalırlar. 

Film Seydou ve Moussa’nın anadili olan Wolof dilinde geçiyor. Filmle ilgili en dikkat çekici ayrıntılardan birisi yönetmenin filmin dilini konuşmaması. Garrone, “İyi rol yapıp yapmadıklarını anlamak için seslerini dinliyordum” diyor bir röportajında. 

Peki İtalyan yönetmen bu dilini konuşmadığı filmi yazmaya ve çekmeye nasıl karar vermiş? Guardian’a konuşan yönetmen, bunun çok hassas bir konu oluğunu bildiğinden, doğru açıdan yaklaşmak için uzun zamandır beklediğini ve göçmenler konusunda perspektif değiştirmek istediğini söylüyor. “İtalya’ya ölü ya da diri şekilde gelen mültecileri görmeye alışığız. Ben hikayenin bilmemiz gereken ama bilmediğimiz yönünü işlemek istedim” şeklinde ifade ediyor kendini. 

Garrone, İtalyan sinemasının öne çıkan bir ismi ve oldukça karanlık perspektifleriyle bilinen bir yönetmeni. Çıkışını yaptığı film 2008 yapımı “Gommora” da oldukça karanlık bir mafya filmi örneğin. Ancak bu karanlık perspektifin içinde romantikleştirilmiş bir film türüne gerçekçi bir bakış getirme amacı yatıyor. Bu durum  göçmenler konusunda da belki biraz tersine dönüyor. Avrupa’da radikal sağın tekrar popülerleşmesi ve göçmenler konusunda görüşlerin gittikçe keskinleştiği bir görüntü var. Yönetmen özünde buna bir tepki sunmak istiyor diye düşünüyorum. “Onlara ve onların hikayelerine ses vermek istedim” diyor. Bahsettiği acılara dair deneyimi olmayan bir Avrupalı yönetmenin bu derece hassas bir zamanda bu filmi çekmeyi tercih etmesiyse büyük cesaret isteyen bir davranış. 

Ancak filmi izlerken rahatsız eden bazı oturmayan parçalar var. Bu iki genç Senegalli, evlerini bırakıp giderken savaştan ya da açlıktan kaçmıyorlar. Onları Avrupa’ya göç etmeye iten şey müzisyen olma hayalleri. Elbette ekonomik koşullar ve hayallerini ülkelerinde gerçekleştiremeyeceklerini düşünmeleri arka planda var olan sebepler ama bunlardan yeterince bahsedilmiyor. Böyle olunca, Senegal’den İtalya’ya daha iyi hayat arayışıyla, erken ölüm tehlikesini göze alarak hareket eden gencecik insanların anlatıları, onların sebepleri, filmde küçülüyor. Yönetmenin en iyi amaçlarla bu projeyi üstlendiğini hayal ediyorum ama kendisine ait olmayan hassas bir konuyu anlatmasının tehlikesi işte burada ortaya çıkıyor. Anlatmayı seçtiği acılar ve hikaye, ne yazık ki kendisine bir boy büyük geliyor.

Filmin sonuyla da ilgili bazı rahatsızlıklarım var, eğer filmi sonunu bilmeden izlemek isterseniz bu paragrafı geçmenizi rica edeceğim. Son sekansta, büyük umutlarla İtalya sularına giren gemide inanılmaz mutlu görüyoruz Seydou ve Moussa’yı. Onları neyin beklediğini hayal ediyorlar acaba? Film öyle bir yerde, öyle bir hisle bitiyor ki, sanki çoktan hayallerini gerçekleştirmeye bir adım yaklaşmış gibi hissediyorsunuz bu ikisi için. Peki şimdi yasadışı göçmen olarak geldikleri ülkede sevinçle mi karşılanacaklar? 

Bunu izleyen İtalyan vatandaşın ne düşüneceğini merak ediyorum. “Çok badireler atlattınız ama sonunda vardınız kuzenler, hoş geldiniz, işte aradığınız fırsat ülkesi” mi der? Yoksa “Evinde kalmadın görüyor musun neler geldi başına” mı der acaba?

 

İyi kurgular hatırlatır kendini arada, duyguları geçse de düşündürdükleri devam eder. Bu iki film de tam olarak böyle zihnimizde yaşamaya devam edecek diyemem açıkçası. Ancak yaşattıkları travma sağ olsun bir süre bizimle kalacak. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Begüm Erdoğan Arşivi