Begüm Erdoğan
Bu Şehir Bizi Unutur Mu?
Konuşmamız gereken bir konu var. Tüm delilikler arasında biraz uçuşan bir problem bu. Unuttuğumuz birileri yok mu sizce de? Tüm koşuşturmalar arasında yaşlılarımızı unutuyoruz bazen. İnsan hayatı eğer bir döngü gibiyse, hayatın başında olduğu gibi hayatın sonunda da daha fazla ilgi ve sevgiye ihtiyaç duyuyoruz. Ancak bu ihtiyaç her zaman karşılanamayabiliyor. Bu durum kentsel dönüşüm süreçlerimizin ortasında da “yaşlı evsizliği” olarak karşımıza çıkıyor. Şehirlerimizi depreme dayanıklı ve “çağdaş” hale getirmeye çalışırken onlara ne oluyor? Biz günlük koşuşturmalar içindeyken onlara dönüp bakmayı atlıyor muyuz? İşte Aslı Özge’nin yarı belgesel, yarı kurgusal deneysel filmi “Faruk” tam bu noktada bizimle buluşuyor.
Faruk (2024) (MUBİ)
Aslı Özge, özellikle filmin başlarında farklı bir hikaye anlatma tekniğinden faydalanıyor. Filmin çekildiği seti de ekrana yansıtıyor. Normalde görmeye alışkın olmadığımız bu görüntüleri de görüyoruz. Kendi babası olan Faruk Bey’i ana karakter olarak izliyoruz. Kızı ve birkaç komşusu dışında yalnız bir hayat yaşıyor bu kurgusallaştırılmış karakter. “Kurgusallaştırılmış” diyorum çünkü kurgu ve gerçek arasındaki çizgi oldukça belirsiz tüm filmde. Faruk Bey, olduğu tatlı ve komik insan olarak karşımıza çıkıyor, Aslı Özge’nin kameranın arkasında olduğunu biliyoruz ama onun sesi Faruk Bey’le telefonda konuşuyor sanki uzaktan arayan bir evlat gibi. Olayların ilk başında Faruk Bey’in oturduğu apartman, diğer sakinlerin inisiyatifiyle kentsel dönüşüme sokulmaya çalışılıyor. Toplantılar yapılıyor, görüşmeler sürüyor ve apartmandan çıkmaları gereken bir noktaya geliyor. Şimdi Faruk Bey İstanbul'da kendi evi olmasına rağmen kiraya çıkmaya çalışıyor. Bunun ne kadar zor olduğunu söylemeye gerek yok. Tüm çevresinden uzaklaşan Faruk Bey daha da yalnızlaşıyor. Olaylar böyle ilerlerken şehirlerimizin keşmekeşi içinde unutulmuş kesimlerin resmini çiziyor Aslı Özge.
Aşk, Amour (2012) (TV+, Appletv üzerinden satın alınabilir)
"Amour" Türkçe'ye "Aşk" olarak çevrilmiş olsa da aslında "Sevgi" olarak çevrilmesi daha doğru olabilirdi. Çünkü burada ateşli bir aşk değil iki insanın paylaştığı, çok boyutlu bir sevgi hikayesi anlatılıyor. Yapıt emekli müzik öğretmenleri olan Georges (Jean-Louis Trignant) ve Anne (Emmanuelle Riva) çiftini odağına alıyor. Hala aşık ve mutlu olan çiftin hayatı Anne'in bir gün inme geçirmesiyle aniden kötüleşir. Anne, George'a kendisini hastaneye yatırmaması için söz verdirir ve bu durumda George onun hasta bakıcılığını üstlenir. Ancak Anne’nin hastalığı ilerledikçe, Georges’un hem fiziksel hem de duygusal açıdan tükenişi başlar. Film, çiftin bu zor süreçte birbirlerine olan sevgilerini gözler önüne seriyor ama bunu yücelten ve romantikleştiren bir noktadan ziyade daha gerçekçi ve sarsıcı bir yerden yapıyor. Filmin yönetmen koltuğundaysa "Funny Games"in yönetmeni olarak tanıyabileceğiniz Michael Haneke oturuyor. Yönetmenin işlerine aşina olanlar bazı sahnelerde kendisinden görmeye alıştığımız gergin tonu da rahatlıkla yakalayacaktır diye düşünüyorum.
Bu iki filmde de hayatın son evresinden yalnızlaşma hikayeleri izliyoruz. İkisi de yönetmenlerin farklı tarzlarda kurguladığı ustalık işleri.
Mubi’de izleyebileceğiniz Türkiye yapımı etkileyici kısa filmler
Kısa film yapmanın uzun metrajdan daha zor yanları vardır. Derdinizi kısa bir sürede anlatmak, seyircinin kısa sürede umursayacağı karakterler kurmak zekâ ister. İşte bu zorlukların üstesinden ustalıkla gelmiş bazı yerli filmler.
- Kaya, 15dk 2021
Çiftçi bir aile kuraklığa karşı kendi arazilerinde sondaj yapıyorlar ancak sondaj makineleri kayaya çarptığı için kaymakamla konuşmaları gerekiyor. Tabii bu görüşme biraz sıkıntılı geçiyor. Hayatlarının zorluklarını aşmak için çalıştıkları sırada aynı zamanda bürokrasinin ağır yükünün altında ezilen bu ailenin çaresizliği ön plana çıkıyor. Okan Avcı tarafından yazıp yönetilen filmde, gerginlik her dakika bir adım atıyor, an ve an yükseliyor. Bürokratik engellerin yarattığı adaletsizlik hissi ve çaresizlik karşısında ne yapacaklarını merak ederek bekliyorsunuz.
- Bitmiş Aşklar Müzesi, 19dk 2017
“Bitmiş Aşklar Müzesi”, objelerin kendileriyle gelen anıları ve onlara yüklediğimiz anlamlarla ilgili düşündüren, yaratıcı ve romantik bir kısa film. Filmin adı ana karakterin çalışmaya başladığı müzeden geliyor. Onu, kendine ait eşyalarla dolu bir kutuyla ufak mekâna gelirken tanıyoruz. İlk başta boş olan müze; kısa sürede insanların eşyaları, bitmiş aşklarını yaşatan irili ufaklı objelerle doluyor. Camekanların arkasında fotoğraflar, eldivenler, mektuplar… Üstünde bir daktilo, bisiklet derken hikayelerin iç içe geçtiği bir salona dönüşüyor. Başrollerinde Büşra Deveci ve Gün Koper var ve iki oyuncu da rollerine harika oturmuşlar.
- Disonans, 19 dk 2021
Pandemi sürecinde bir seslendirme sanatçısının aşırı çalıştırılmasını anlatan kısa film, belirsiz iş saatleri ve aşırı ağır çalışma koşullarına bir gerilim filmi perspektifinden yaklaşıyor. Siyah beyaz çekilen filmde, bir örtüyle mikrofonunun üzerine kapanan Esra’nın gerginliği ustalıkla bizi yakalıyor. Ezilen ve aşırı çalıştırılan seslendirme sanatçısı Esra’nın sesinin kısılarak kaybolmasını izliyoruz. Tele-çalışmanın yaygınlaşmasıyla artan iş-özel yaşam dengesizliğini direkt olarak görüyoruz. Tabii sadece tele-çalışma ortamlarında değil belki, ekonomik buhranların daha yoğun olarak ortaya çıkardığı “daha az çalışan, daha çok iş” denklemine bir bakış atıyor film. Hem de Esra’nın oturma odası ve oldukça öznel bir perspektiften. Bir de “tabii ki evimde kalacağım, tabii ki çocuğuma bakacağım, başka ne isteyebilirim ki bu hayattan?” repliği tekrarlanıyor filmde. Bu sorunun tekrarlanması ve özellikle bir kadın oyuncu tarafından aktarılıyor olması da yine önemli bir noktaya vurgu yapıyor.