Begüm Erdoğan
Vücudum kimin?
Bu senenin en çok konuşulan filmlerinden biri şüphesiz “The Substance”. Twitter (veya bu isme alıştıysanız “X”), TikTok, ve değişik sosyal medya platformlarının tamamında deliler gibi bu film konuşuluyor. Bir kısım “hiç sevmedim” derken, bazıları “bir başyapıt” gibi iddialı cümleler kuruyor. 2021 yılında yayınlanan “Titane” ile tematik ve türsel benzerlikler barındıran filmi biraz bu düzlemde ele alalım.
The Substance, 2024 (MUBİ)
Elizabeth Sparkle (Demi Moore) kendi Hollywood yıldızı olan, jenerasyonunun sevgilisi olmuş, çok ünlü bir oyuncudur. Gençlik yıllarının yıldız zamanları geride kalmış gibi görünse de, kendi spor programını sunarak kariyerine devam etmektedir. Eski popüler günlerinin gölgesinde kalan bir hayat sürmekteyken bir anda programı iptal edilerek kapının önüne koyulur. Aynı gün büyük bir trafik kazası geçirir. Trafik kazasının ardından hastanede onunla ilgilenen delici mavi gözleri olan erkek bir hemşire, ona “The Substance” hakkında bir şeyin reklamını barındıran bir USB verir. Tabii üzerinde “hayatımı değiştirdi” yazısıyla beraber. The Substance, kullanıcılarına “daha güzel, daha genç ve daha mükemmel” hallerini vadetmektedir. Elizabeth’in bu haliyle tanışması ve onunla bir savaşa girmesi kaçınılmazdır. Cannes Film Festivali’nde prömiyer yapıp, “en iyi senaryo” dalında ödülle dönen film, kadının bedeni üzerinde erkek egemen toplumun kurduğu güç ilişkisini irdeler. Elizabeth’in parıltısının çalınmasını ve kendi bedenine karşı iğrenme ve nefret duyguları beslemesine giden yolda adım adım ilerlemesine şahit oluruz. Hollywood’un yaş alan kadın oyuncularına sırt çeviren yapısı burada bir korku hikayesine dönüşür. Filmin yönetmeni Coralie Fargeat da böyle bir çevrede var olmanın nasıl hissettirdiğini anlatmak için body horror (vücut korkusu) türüne has görseller ve onların mide bulandırıcılığını kullanıyor. Film izlemesi zor olsa da söylemek istediğini bağıra bağıra ve biraz da izleyicinin gözüne sokarak anlatıyor.
Titane, 2021 (MUBİ)
Julia Ducournau tarafından yönetilen film, çocukluğunda geçirdiği bir araba kazasında kafa travması geçiren ve bu sebeple kafatasına titanyum bir plaka yerleştirilen Alexia’yı odağına alıyor. Seneler sonra Alexia’yı, zaman zaman insan öldüren bir araba modeli olarak buluyoruz. Aynı zamanda arabalarla erotik bir ilişki kuran Alexia’nın başına baya tuhaf olaylar geliyor. Oldukça farklı ve çarpıcı bir izleme deneyimi sunduğu için detaylarına girmeyeceğim. Sadece filmin başında Alexia’nın modelliğini yaptığı arabayla cinsel ilişkiye girdiğini söyleyelim. Hikayenin devamı için Mubi’yi ziyaret edebilirsiniz. The Substance gibi “Titane” da prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yaptı ancak o Altın Palmiye ödülüyle ayrıldı. Body horror türünün kendine has bir örneği ve epeyce sevilen bir yapıtı oldu. Filmi ilk izlediğinizde tam olarak ne izlediğinizden emin olamayabilirsiniz. Ancak makineleşme düzleminden yaklaştığınızda filmin söyleyecek epeyce şeyi olduğunu göreceksiniz. Kadın ve arabanın türdeş olduğu bir evren burası. Bunun bir sonucu olarak da kadın da makine gibi metalaşıyor. Ancak Alexia, film boyunca bir dönüşüm geçiriyor ve cinsiyet kalıplarından gittikçe uzaklaşıyor. Bu noktada özgürleşirken, garip bir biçimde insanlığına yakınlaştığını görüyoruz.
***
Bahsettiğimiz iki film de şüphesiz midenizi bulandıracak ve sizi rahatsız edecek. Sonuç olarak da toplumun kadın bedeni üzerinde yarattığı beklentiler üzerine düşündürecek. Bunu “Titane”da insan-makine ilişkisi ve aile dinamikleri üzerinden izleyeceksiniz. “The Substance”daysa daha meta bir yerden, sinema-televizyon sektörü üzerinden bir ilişki kurulduğunu fark edeceksiniz. Sonuç olarak iki filmde de toplumsal eleştiriler bulacaksınız. Hem de iki tane kendine has kurgulanmış sinematik dil ve ona eşlik eden yoğun sembol kullanımıyla.
Eğlence sektörüne içeriden bir bakış
Disney+’a gelen Rivals dizisinden bahsetmiştik ancak aynı zamanlarda benzer yapıda olup kesinlikle konuşmamız gereken bir dizi daha çıktı ki o da “The Franchise”. Bu dizide süper kahramanlı filmlerden birinin setinde buluyoruz kendimizi. Ancak sadece o değil, eğlence sektörünün kamera arkası hakkında üç diziyi listeledik.
The Franchise (2024-devam ediyor) (BluTV)
HBO yapımı bu dizi, süper kahraman filmlerine milyon dolarlar harcayan dizi ve film sektörüne, onu mümkün kılan işçileri gözünden bakıyor. Yaratıcı bir uğraştan çok Amerikan değerlerini pompalamak üzerine kurulmuş fabrikalara dönüşen süper kahraman filmlerine de bir cevap veriyor. “Artık burnumuza kadar Kaptan Amerika ve Demir Adam olduğumuzu görmüyor musunuz?” diye soruyorsanız, bir de bu film ve dizileri çeken insanları düşünün. Reji asistanlarının acayip şaşalı (!) dünyasına giriyoruz. Sinema sektöründe çalışmanın ne kadar zor olduğunu hep söylerler ya, dizinin ilk sahnelerinde gördüğünüz yoğunluk, tam olarak bunu gözler önüne seriyor. Bu karakterlerin düşünecek sürüyle konusu var, her gün krizden krize koşuyorlar, günde maksimum bir kere oturuyorlar ve kaç saat uyuduklarını ne siz sorun ne onlar söylesin. Sonuçta da hem eğlence sektörünün arka planındaki dehşet uyandırıcı çalışma koşullarını gösteriyor, hem de “tam olarak ne için?” diye soruyor.
Hacks, 2021-devam ediyor) (AmazonVideo Prime)
Listedeki ikinci dizimiz de yine bir HBO-max dizisi. “Hacks”, efsane haline gelmiş ancak kendisini tekrar eden bir stand-up komedyeni olan Deborah Vance’in ve yazarı Ava’nın yolculuğunu anlatıyor. Deborah’nın şakalarını yazması için onunla çalışan Ava, bir serseri mayın ve bu yönüyle Deborah’dan çok farklı görünse de aslında o kadar da farklı değiller. Ava da Deborah da kabalık derecesinde dobra ve epeyce bencil karakterler. Başta ikisi de birbiriyle çalışmaktan nefret etse de zaman ilerledikçe uyumlu bir ikili haline geldiklerini ve birbirlerini geliştirdiklerini görüyorsunuz. “Hacks” hiç sevilesi olmayan biri yaşlı diğeri biseksüel iki kadını konu alan bir dizi olarak da, dizi konvansiyonunu orta yerinden kırıyor.
GLOW (2017-2019) (Netflix)
“Gorgeous Ladies of Wrestling” adında (kısaca “GLOW”), WWA (World Wrestling Association) tarzı bir güreş programının yapımını konu alıyor. 30’lu yaşlarına gelen ve tüm çabalarına rağmen yüzeysel sebeplerle Hollywood’da yer edinememiş bir oyuncu olan Ruth Wilder (Alison Brie) artık oyuncu olma hayalinin gerçekliğini sorgulamaktadır. Bu sırada Sam Sylvia adında alkolik ve ağzı bozuk bir yönetmenle karşılaşır ve kendini 12 kadınla beraber bir dövüş programında bulur. Dizide göreceğiniz tüm karakterler bir yönüyle toplumdan reddedilmiş olmalarına rağmen bu şovda kendilerine bir yer edinirler. Onların bir tür aileye dönüşmesini izlerken, toplumun bu kadınlar üzerinde kurdukları baskıyı da görmüş oluyorsunuz. Diziye ismini veren “GLOW” şovunun 1980’lerde yapılmış gerçek bir program olması da diziyi daha ilginç kılan bir detay.