Begüm Erdoğan
2023’ün Parlayan Yıldızları
Umarım yeni yıla bir tutam hayalle, bir kaşık umut ve biraz da havai fişekle girmişsinizdir. Formlarda tarih kutucuğuna 2024 yazmaya yavaş yavaş alışırken, geçtiğimiz sene çıkan ve çok beğendiğimiz platform dizilerine bir göz atalım.
Shrinking (Apple Tv+)
“Shrinking”, komedi ve dramı, yas tutan karakterler üzerinden birleştiren bir yapım. Bu cümle aklınıza Ricky Gervais’in “After Life”ı getirmiş olabilir. Nitekim “Shrinking” de, hikâye olarak “After Life”la benzer bir noktadan başlıyor.
Jason Segel tarafından canlandırılan Jimmy, eşinin kaybından sonra hâlâ içinde yaşadığı yeni gerçeğine alışmaya çalışıyordur. Ancak bunu yaparken terapist olarak işleri çok iyi gitmemektedir ve bir gün terapi seansı sırasında, danışanına tam olarak ne düşündüğünü söyler. İşler bu noktadan sonra karışmaya başlar.
Ted Lasso’nun yaratıcılarından gelen bu yeni komedi, iç ısıtan, acısıyla ve tatlısıyla izleyenlerin kalbinin iplerini kontrol etmeyi çok iyi başaran bir yapım. Ana karakter Jimmy Laird’in Lasso vari bir esintiyle çevresindekilerin hayatlarını iyileştirmek için çabalaması izlerken hem gülüp hem ağlayacaksınız.
Beef (Netflix)
Açılış sahnesiyle bile ne kadar çarpıcı olacağını gösteren bu yapım, zeki senaryosu ve Ali Wong ile Steven Yeun ikilisinin şahane oyunculuklarıyla taçlanmış. Anlattığı öyküyse şöyle:
Los Angeles’ta taban tabana zıt hayatlar yaşayan Amy Lau (Ali Wong) ve Danny Cho (Steven Yeun) bir gün süpermarket çıkışında karşılaşıp, kavga eder ve birbirlerinin damarlarına basarlar. İkisi de hayatlarından derinden mutsuzdur ve bu mutsuzluk, görünüşte bir trafik kavgası olayı gibi duran bu durumu bir intikam savaşına çevirmelerine sebep olur.
Dizinin iki ana karakteri de birbiririnden itici ve yaratıcısı Lee Sung Jin, özellikle Amerikalı izleyiciye gönderme yapsa da aslında çağdaş toplumlarda sıkça görülen bir fenomeni anlatıyor. Bu da sakin görüntüleri olan insanlarda bile hemen yüzeyin altında bekleyen bir öfke ve kaygı perdesinin varlığı. Bu şekilde, ana karakterleri, Amy ve Danny üzerinden, çağdaş insana ayna tutuyor. Bunu yaparken de izleyenleri televizyonda izlemeye alıştığı tembel yapımlardan koparıyor ve onları bu cüretkâr köpek dalaşında ön koltuklara davet ediyor.
The Last Of Us (BluTv)
Sony ve Naughty Dog işbirliğiyle çıkartılan 2013 tarihli “The Last of Us” oyunu çıktığı günden bu yana bir kültür ikonu olmayı başardı. Oyunun HBO adaptasyonuysa, pek çok oyundan-ekrana yapımda yapılan hataya düşmedi. Dizinin yapımcıları, “ne olsa çok popüler, bir şekilde tutar” zihniyetinden sıyrılmayı başarıp, oyunların sevenlerini üzmeyecek, sevdikleri karakterlerin anlatısını derinden hissedebilecekleri bir dizi ortaya çıkarıyor. Dizinin konusuysa şöyle:
Bir tür mantar enfeksiyonu Dünya’daki çoğu insanı ele geçirmiş ve medeniyeti çökertmiştir, kalan insanlar yirmi senedir yaratıklardan kaçarak ve hayatta kalmaya çalışarak yaşamaktadır. Joel Miller (Pedro Pascal), 14 yaşındaki Ellie’yi (Bella Ramsey) taşımakla görevlendirilir. Ancak “sadece kargo” olarak gördüğü kız aynı zamanda “insanlığın son umudu” olabilir çünkü Ellie enfeksiyondan etkilenmemektedir.
Kısaca ifade etmek gerekirse, dizinin ilk sezonu, aynı oyunu gibi izleyenleri kalbinden yakalamayı başardı. Bunun temel sebebi de bir aksiyon dizisi olmasına rağmen, tamamen karakterlere odaklı bir şekilde hikayesiyle öne çıkması. Ayrıca dizi ilerledikçe Pedro Pascal ve Bella Ramsey, Joel ve Ellie arasında gelişen baba-kız dinamiğine çok yakışıyor, onları izlerken kocaman bir sarılmak istiyorsunuz.
Blue Eye Samurai (Netflix)
Fransız animasyon stüdyosu Blue Spirit ve Netflix Animasyon’un ortak yapımı olan bu dizi, Edo zamanı Japonya’sında geçiyor. Geçmiş zaman lensi üzerinden toplumun farklı kesimlerinde kadın olarak var olmanın sancılarını, kendine has görsel bir tarzla anlatıyor ve tek kelimeyle muhteşem bir iş çıkartıyor. Ana karakterlerin öyküsü kısaca şöyle:
Mizu, Japon bir anne ve Avrupalı bir babadan doğma bir kadın. Ancak sadece gözlerinin renkli olmasından bunu bir utanç baskısı gibi taşıyor üzerinde. Bu sebeple ve üstüne de kadın olmasından , pek çok zulüm görüyor ve babasını bulup öldürmeye yemin ediyor. Dizinin diğer ana karakterlerinden Akemi’yse bir prenses olarak yetiştiriliyor, bolluk ve bereket dışında hiçbir şey görmüyor ama tüm hayatı bir kafesin ötesine geçemiyor. Bir noktada hissettiği derin mutsuzluğundan kopmak için harekete geçiyor.
Dizi, seslendirenleri, sanatsal tarzı ve senaryosuyla tam bir paket. Karakterler samimiyetsiz bir “kahraman” ideasına koşmuyor, aksine her biri toplumun kendine biçtiği rolden bir şekilde rahatsız ve bunu düzeltmek için çalışıyor. Toplamına baktığımızdaysa, bir animasyon dizisinden isteyebileceğiniz her şeyi bir araya toplayan bir yapım ortaya çıkıyor.
Dizi hakkındaki diğer yazımı 9 Aralık 2023 sayısında bulabilirsiniz.
Poker Face (Tv+)
“Orange is the New Black” ve “Russian Doll” gibi dizilerden tanıyabileceğiniz Natasha Lyonne, insanların her yalanlarını fark edebilme yeteneğine sahip Charlie Cale’e hayat veriyor. Yönetmen koltuğundaysa “Knives Out”un ve “Glass Onion”ın da yönetmeni olan Rian Johnson var. Bu müthiş sürükleyici dizinin konusuysa şöyle:
Charlie, bir gazino kralıyla ters düşünce kaçmak için yola koyulur. Plymouth Barracuda’sıyla durduğu her durakta farklı insanlar ve farklı bir cinayetle tanışır. Bu cinayetleri araştırmak için de karşı koyamadığı bir istek duyar.
Yeni bölümlerin her birinde, Natasha’ya eşlik eden yardımcı oyuncular da değişiyor ve Clea DuVall, Joseph Gordon-Levitt ve Adrien Brody gibi farklı yıldızlar ekrana yansıyor. Onların oyunculuğu da eklenince Charlie’nin hikayesini daha da izlenesi oluyor. Her bölümü bir film gibi hissettiren bir dizi bu ve bu kurgu, Natasha Lyonne ve Rain Johnson’ın ellerinde çok lezzetli bir seyir keyfi oluşturuyor, ara sıra güldürmeyi de eksik etmiyor.
Fall of The House Usher (Netflix)
Mike Flanagan’ın yeni dizisi, bir büyük ilaç şirketi sahibi korkunç zengin bir Amerikan ailesinin bir anda başlayan düşüşünü konu alıyor. Bu çalışma da “Midnight Mass” “Haunting of the Hill House” ve “Haunting of the Bly Manor” yapımlarından tanıyacağınız tarz “korkunç olan her şeyin bir sebebi var” diyen bir korku hikayesi ve yönetmenin diğer dizilerde çalıştığı oyuncuları ekranlara geri getiriyor.
Her bir bölümünde bir Edgar Allan Poe hikayesini günümüze uyarlıyor aslında Flanagan. Bunu da büyük ilaç şirketlerinin arkasında bıraktığı ölümlere değinerek ve görsellikten geri durmayarak yapıyor.
Bu yapım bu listedeki en harika senaryoya sahip değil, ancak özellikle korku türü ve Edgar Allan Poe hayranlarının sevebilecekleri bir izleme deneyimi sunuyor. Ancak çok kanlı sahneler olduğunun uyarısını verelim. Başrollerdeki şirket sahibi kardeşleri oynayan Bruce Greenwood ve Mary McDonnell’in müthiş oyunlar ortaya koyduğunu da eklemeden geçmeyelim.
Carol & the End of the World (Netflix)
2023’ün sonunda çıkan ve arkada bıraktığımız yılın en anlamlı dizilerinden biri olan “Carol ve Dünya’nın Sonu” adlı animasyon türündeki bu yapımdan daha geniş bahsetmek istiyorum.
Birlikte Güzeliz: Carol ve Dünya’nın Sonu
Evet, dizi “Dünya’nın sonu” hakkında. Evet, Dünya’nın sonu hakkında içerikler bugünlerde oldukça fazla, facia bir olay ve onun sonrasında gelen hayatta kalma mücadelesi hikayelerine oldukça alışığız. Ancak “Rick and Morty” ve “Community” gibi klasikleşmiş komedi dizilerinde yazar olarak çalışmış olan Dan Guterman, bu formülü çöpe atmış durumda. Dizi, içinde bulunduğumuz “onlar ve bizler” düşüncesiyle en ufak konuda ayrışmaya müsait toplumumuza çok bütünsel bir yerden yaklaşan, duygusal ve incelikle inşa edilmiş bir yapım.
Carol, orta yaşlı, sessiz ve genel olarak biraz rahatsız bir kadın. Hatta ilk bakışta oldukça sıradan gözüküyor, ama kendini içinde bulduğu zaman hiç de öyle değil. Dünya’dan çok daha büyük gizemli bir gezegen, Dünya’ya çarpmak üzere. Tüm türümüzün yok olmasına yedi aydan biraz uzun bir süre kalmış. İnsanlarsa öleceklerini kabullenmeyi başarmış ve kendilerini toplumsal zorunluluklardan sıyırıp tamamen “Carpe Diem” diyerek içlerinde tuttukları tüm istekleri gerçekleştirmeye başlamışlar. Çoğu insan artık nudist, buna Carol’ın anne ve babası da dahil hem de. Oysa Carol’ın yapmak istediği tek şey, eskiden sevdiği aktivitelere devam edebilmek.
Çevresindeki toplum parti ve eğlenceyle hayatının kalanını anlamlı hale getirmeye çalışırken, Carol aslında ne yapmak istediğini ve neden yaşadığını arıyor. Onun paraşütle havada süzülmek ya da önceden gerçekleştiremediği değişik cinsel fantezileri gerçekleştirmek gibi bir derdi yok. Dizinin ilk bölümünün sonunda Carol, herkesin hiçbir şey olmamış gibi çalıştığı bir ofis keşfediyor ve orada çalışmaya başlıyor. Bu tuhaf yer (kimse birbirinin adını bilmiyor ve iletişim kurmuyor) ona sonunda biraz huzur ve mutluluk veriyor ve burada Carol’ın yavaş yavaş kendini bulmasını izliyoruz.
Bu tuhaf olaylar dizini ve bir karakter olarak Carol, ekran başındakilere çok yumuşak bir yerden yakalıyor. Hem modern çalışma hayatı ve tüketim kültürü hakkında sorular sormamız için teşvik ediyor hem de kendimizi olduğumuz gibi kabul etmemiz için dokunaklı bir hikâye örüyor. Farklıyız, farklı şeyler istiyoruz ve sonunda önemli olan şey bu değil. Aradığımız şey, farklılıklarımızın ötesinde birbirimizi görmek ve anlamlı bağlar kurabilmek. Aslında oldukça basit ve bir o kadar da değerli.