Ayşe Naz Hazal Sezen

Ayşe Naz Hazal Sezen

Yok Edilmiş Kimlikler: TACİZ

Ben ve öteki arasındaki sınıra yönelik tüm ihlaller, tacizdir. Bu ihlal fiziksel, psikolojik veya hem fiziksel hem psikolojik olarak bir sözle, bir yazıyla, bir hareketle veya sistematik davranışlarla gerçekleşebilir. Tacize uğrayan kişiler sınır bütünlüğü bozulmadığından ölmez ama benliğinin bir parçası kaybolur, çürür ve dağılır. Ortada gerçek bir ölü yoktur, yok edilmiş bir kimlik vardır.

Kurban, saldırılardan korunmak için saldırgan gibi düşünmek zorunda kaldıkça, kendi özgünlüğünü ve özgürlüğünü de kaybeder hale gelir.

Hava hafif rüzgârlı, kalabalık bir caddede yürüyorsunuz. Yirmili yaşlarında bir çift size doğru yaklaşıyor. Birbirini seven insanları görmenin gününüze neşe katabileceğini düşünürken, rüzgâr uzun saçlı olanın saçlarını savuruyor ve fark ediyorsunuz ki yüzünü gördüğünüz kişi aslında bir ceset. Dehşet içinde, yanlış gördüğünüzü umarak gözlerinizi size yaklaşan çiften kaçırıyor, anne ve babasının bir önünde bir arkasında paytak adımlarıyla yürüyerek ilgi çekmeye çalışan ufaklığa doğru bakıyorsunuz. O da ceset gibi solgun ve yıkık. Yine de yabancı bacakların arasında zıplayarak yer edinmeye çalışıyor. Kalabalık caddedeki herkese bakmaya başlıyorsunuz. Kimisi ölü, kimisi parçalanmış, kimisi bütünlüğünü kaybetmiş “şey”ler var etrafta ve kimse bu duruma şaşırmıyor, herkes gündelik koşturmacasına devam ediyor. Gözlerinizde bir problem olmalı. “Herkesi yaşayan ölüler gibi görüyorsam ya hala filmlerin etkisindeyim ya da bir psikiyatristin kapısını çalmalıyım.” diye düşünüyorsunuz. Ancak yanınızdan gelip geçen herkes yaşayan ölüler gibi değil, solmuş bedenlerin çoğunlukla da kadınlar olduğunu fark ediyorsunuz. Adımlarınız hızlandırıp, şaşkınlığınızın büyüdüğü bu fantastik andan realiteye ulaşmaya çalışırken mağazaların camından yansıyan kendiniz, gözünüzün ucuna ilişiveriyor. Acaba? Acaba, siz de yaşayan ölülere ait olabilir misiniz?

Dış dünya ile iç dünya arasındaki sınırdır insanın teni. İnsanın en büyük organıdır derisi. Hem iç dünyasını şekle sokan hem dış dünyanın etkilerinden koruyandır. Dış dünyayı ilk o öğrenir. Ten ile sınırlanan beden, ilk dokunuşun/tecrübenin talebesi, sonraki öğretilerin muallimidir. Sözsüz dönemden itibaren anlatan ve dinleyendir. İlk sınırdır. Fiziksel olanı sınırladığı gibi, ruhsal olanın da sınırıdır. Benliğin koruyucusu, dışarıdan gelenin seçicisidir. Bedenin bütünlüğünü koruduğu gibi tinin de bütünlüğünü muhafazakarıdır. Lakin, bazı karşılaşmalarda bu sınır ihlale uğrar. Her ihlal karşısında sınır bütünlüğü kaybolmaz ama delinir, bozulur, yırtılır. Bu ihlal fiziksel, psikolojik veya hem fiziksel hem psikolojik olarak bir sözle, bir yazıyla, bir hareketle veya sistematik davranışlarla gerçekleşebilir. Ben ve öteki arasındaki sınıra yönelik tüm ihlaller, tacizdir. Tacize uğrayan kişiler sınır bütünlüğü bozulmadığından ölmez ama benliğinin bir parçası kaybolur, çürür ve dağılır. Ortada gerçek bir ölü yoktur, yok edilmiş bir kimlik vardır.

Taciz, bir sözle, bir tavırla, bir hareketle, omuz silkmeyle, gözlerini dikmekle, küçümsemekle, yok saymakla, fark edilmeye engel olmakla gerçekleşebilir ve karşıdakinin varlığını reddetmek de bir tür tacizdir. Bireyi yıkmanın bir yolu da sevgisizliktir. Bazı ebeveynler sevgisizliklerini yoğun biçimde çocuklarına yönelterek aslında onun ölmesini isterler. Mecazi bir ölümdür bu, kişi dışarıdan gelen sevgisizlik şiddetini içselleştirerek zamanla kendine yönelik bu şiddeti kendi kendine sürdürmeye devam eder.[1] Yahut yoğun biçimde verilen bir sevgi bombardımanının ardından ilgisizliğin/hiçliğin sunulmasıdır. Kişi hem dışarıdan hem içeriden sınır ihlaline uğrar. Direkt ölmez, parça parça kaybolur.

Tacizde manevi ve fiziksel tüm dokunuşlar, kurbanın dengesini bozmak, kendinden şüpheye düşürmek, kafasını karıştırmak ve sonunda tepki vermesini engellemek içindir. Özellikle manevi tacizlerde çoğunlukla ortada belirgin bir kanıt olmaz. Kurban maruz kaldığı şiddeti ve tacizi genellikle kanıtlayamaz. Aksine, yersiz istidlallerle kendi kendine kurduğu, durumu yanlış anladığı, kendi problemlerini yansıttığı imasında bulunulur. En sonunda kendinden şüphe eder halde gelir, maruz kaldığı tacizin suçunu kendinde arar.[2]

Tacizin her türünde kurban, saldırganı tarafından “şey”leştirilir. Kurbanın kişiliği reddedilmiştir; o bir nesnedir. Nesnelerin tepkileri, istekleri, haklı yanları olmaz; hatta nesnelerle diyaloga girmeye gerek olmaz! Nesneler kendi kendilerine bir şeyler başaramazlar. Eğer başarmışlarsa ya biri yardım etmiştir ya üst kademeden biriyle biriyle birlikte olmuştur ya da tanıdıkları vardır, zira birey olarak başarması mümkün değildir.

Kurban, saldırılardan korunmak için saldırgan gibi düşünmek zorunda kaldıkça, kendi özgünlüğünü ve özgürlüğünü de kaybeder hale gelir. Kendiliği olan bir öteki değil, şeydir. Nesneleştirilmiş kurbanların ortak yönü ise suçluluk duygusunun yer değiştirmesidir. Aktarımla birlikte saldırganın tüm suçluluğu kurban tarafından taşınır. Kurban kendi sınırlarının ihlali için suçluluk yaşarken, sınırlarını ihlal eden saldırgan “Sınırları varsa, iyi korusaydı.” benzeri düşünceyle zaten kurbanın suçlu olduğuna inanır.

Beklenmeyen saldırılarda gerçekleşen taciz, kurbanın donup kalmasına, tepki vermemesine neden olur. Korku, çaresizlik, şok gibi duygularla kalakalan kurban tepki vermediği için suç ortaklığında bulunduğu izlenimi bırakır. Tepki ver(e)memek razı olunduğu anlamına, ses çıkart(a)mamak rıza gösterildiği imasına gelmez. Aksine ruhsal açıdan eli kolu bağlanmış, başına gelenlere sadece maruz kalmaktadır. Kurbanın benliğine tecavüz edilmektedir. İnsanı içeriden yavaş yavaş öldüren bu tacizler kapalı kapılar, sisli sokaklar veya düşmanlar arasında değil, her yerdeler. Bir alayda, imada, cinsiyet söyleminde, maaş miktarında, tiyatro sahnesinde, perde arkasında, canlı yayında, bir evin salonunda; pederşahi toplulukların neredeyse her sözünde, her adımında… Özellikle erk olmaya layık görülmeyenlere yöneliktir bu taciz; çoğunlukla cinsiyet üzerinden yapılır.

Sadece cinsel yönelimi yüzünden manevi ve maddi tacize uğrayanlar, başarıları kadın olduğu için görülmeyerek dışlananlar, sevgisizlikle şiddete uğrayanlar, tepki vermekten korkanlar, yetersiz hissettirilerek hareketsizleştirilenler, saldırganları karşısından kendilerinden şüpheye düşenler yavaş yavaş sınırları delinenler, benlik bütünlüğüne saldırılanlardır. Tenleri iç dünyalarının şeklini korusa da sınırları alt üst olmuş, benliklerinin bir parçası imha edilmiş yaşayan ölülerdir. Ortada gerçek bir ölü yoktur, kan yoktur, kanıt yoktur ama yok edilmiş kimlikler vardır.
            Eğer derimiz benliklerimizi gösterseydi, muhtemelen sokaktan geçen, omzumuza değen, gözümüze çarpan birçok kişinin -çoğunlukla kadın ve LGBTQ bireylerinin- sınırlarının tacize uğrayarak yaşayan ölülere dönüştürüldüğünü görebilirdik. Psikolojik ve fiziksel tacizin kişilerin varlıklarını nasıl yok ettiklerini görebilsek, belki de o zaman aynadaki yansımamızdan korkardık.


[1] Bernard Lempert, L'Enfant et le désamour, 1989

[2]  Marie-France Hirigoyen, Manevi Taciz, İletişim Yayınları, 2015

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ayşe Naz Hazal Sezen Arşivi