Ayşe Naz Hazal Sezen

Ayşe Naz Hazal Sezen

YERKÜRE ve BÎVEFA ÇOCUKLARI

Sığınacak mekânı kalmadıkça uzaya dahi göz koyan insan, üzerinde yaşadığı dünyanın hala yegâne hanesi olduğundan bihaber davranır. Peki, insan, dünyanın bedenin bir parçası olduğu fark etse aynı şekilde onu incitmeye devam eder miydi? Soluk mavi noktanın aslında kendisi olduğunun farkına varsa, bu bedeni çerçöple, kibirle, savaşla, yıkımla, hız ve kontrolsüz tüketimle ifna eder miydi? Yoksa her tomurcuklanan bitkiyi, türdeşi olan olmayan her yeni doğanı kökteşi kabul eder miydi? Bedenine sokmaktan imtina ettiğini, tek yaşam alanı dünyasından da uzak tutar mıydı?

“Her şey birbirine bağlıdır. Yerkürenin başına gelen, yerkürenin çocuklarının da başına gelecektir.”
Adını güneş sistemindeki kardeşleri gibi Roma ya da Yunan mitolojisinden almayan tek gezegen “dünya”, soluk mavi nokta . Var olmuş her canlı, yaşamış ve ölmüş olan herkes bu noktanın içinde. Geçmişin bilgisi, ölçülen zamanın öncesi, biçilen zamanın kendisi, geleceğin belirsizliği, şimdinin sadakati… Her şey ve herkes bu noktanın içinde. Dört buçuk milyar yaşında, insanın çizdiği zaman hatlarında yaşlı, henüz adlandırılmayan bir döngüde daha yeni doğmuş bir beden: dünya.

İçinde bulunduğumuz beden. Var oluşumuzun sahnesi. Doğmuş olanın podyumu, savaşların arenası, kahramanların hikâyesi, birbirleriyle çatışan din ve ideolojilerin atışma mesrehi, medeniyetleri kuranların ve yıkanların meskeni, her azizin, her günahkârın, her ermişin, her avamın, herkes ve her şeyin hanesi dünya. Duyularla mümkün var oluşumuzu saran, bedenlerimizi içine alan balaban dünya. İnsanı kucaklarken, kendi yok oluşunu da deragüş eden dünya. Sıra evren sahnesine geldiğinde, sahnede bir toz zerresi kadar dahi yer kaplayamayan, yine de içine canlılığın tüm fazlarını sığdıran gezegendir dünya. Biz beğensek de beğenmesek de dünya tek evimizdir, tıpkı bedenlerimiz gibi.
Hayatta insanın başına iyilikten kötülüğe, aydınlıktan karanlığa, varlıktan yokluğa sayılamayacak kadar olası hallerin gelmesi mümkün. Ancak, ne yaşanırsa yaşansın, hayatta olan bireyin bedeni kalıcı tek hanesidir. Göçebileceği başka hiçbir beden mevcut değildir. Koşullar değişir, diyarlar değişir, devran döner, beden deforme olur da yine yegâne hane olarak kalır. Tıpkı içinde bulunduğumuz soluk mavi nokta, dünya benzeri.

İnsan dünyadan doğmuştur, tüm canlılar gibi dünyanın bir parçası, yavrusudur. Toprak ana diye seslenilen yerküre, insanı da doğurmuştur. Ancak modern teknoloji insanı doğduğu topraktan, yerküresinden uzaklaştırmaktadır. Teknolojinin sunduğu yükselen hizmetler, insanı yeryüzünün çekiminden de koparmakta. Uzaklaşma, hem fiziksel hem de manevi olarak arttıkça, yeryüzü ile insan arasındaki mesafede büyür. Byung-Chul Han, “Yeryüzü üzerinde, mesafeleri kaldırmaya yönelik her girişim insanla yeryüzü arasındaki mesafenin de giderek artmasına yol açar.” derken, yeryüzünden yoksun kalan insanı ele alır. Yerkürede doğayla iç içe olma yetisini kaybeden insan, aidiyetini de kaybeder hale gelir. Bir diyardan diğer diyara geçerken kullanılan uçaklar ve gemiler mesafeleri kısaltırken; keşfetme, ilişki kurma ve bağlanma yetileri bu hıza feda edilir. İstemli olarak işaretlenmedikçe dünyanın neresinden gönderildiğine dair bilgi barındırmayan elektronik postalar ve sanal mesajlar gibi örnekler, geldiği yeri işaret eden posta pullarıyla bezeli mektuplarla kıyaslandığında insanın mekansızlaşmasına dair ipuçları görülebilir. Yani insanın bulduğu anlamla birlikte ait olduğu coğrafyanın/toprağın çekim kuvveti de ortadan kaybolur. Kıtalar arası fiziksel mesafe hızla kısalırken, seyahat edilecek yerler daralır. İnsanlar arasında iletişim hızlanırken, bir insanı tanıma yolculuğu kısalır. Bireyler arası diyalog yüzeyselleşirken, insan, diğer canlılar ve doğduğu dünya ile haberleşme becerisini de bu hıza kurban verir. Tabiatın anlattıklarını duyamaz, verdikleriyle yetinemez olur.

Gelişen teknoloji ile sunulan sanal dünya, değişen sanayiyle büyüyen hırs, ekonomik gücün tatminkâr lezzeti, politikanın kazanca dayalı müntin kokan nefesiyle birlikte insan elindeki tek evin, dünyanın tüm kaynaklarını hızla tüketir haldedir. Kendi dışında dünya üzerinde yaşayan tüm canlıların çığlığına ya da ötüşüne kulak kapamış ve hala toprağın sonsuz vericiliğiyle yetinmemektedir. İnsan yeryüzünün çekim kuvvetinden uzaklaştıkça ve bedeninden gelen çığlıkları duymaz oldukça kalbini katılığa teslim ederek, var oluşunu anlamsız bırakmaktadır.

Oysa insanın tükettiği dünya kendi bedenidir, kendi ruhudur. Tüketilen tabiat insanı aynı zamanda hayatta tutandır. İnsan dünyaya yaptığının aynısını bedenine yapar, bedenine yaptığının aynısını da dünyaya. Kendi içindeki savaşları dünyaya yayar, hırslarını dünya sahnesine taşır. En sonunda aklını da bedenini de yetersiz besleyerek halsiz düşer. Elinde az kalmış kaynakları çoğalmak yerine, anlık dürtüler uğruna feda eder. Güzel bir duygu yakaladı mı, onu sömürmeden, başkalarına imara açmadan bırakmaz. Geriye hız içinde soluksuz kalmış, yetersiz beslenmiş, kıymet görmemiş hasta bedeni kalır. Bu hasta beden hızlı yaşamanın, ait olamamanın, kök salamamanın getirdiği anlamsızlık haliyle ömrünün sonuna geldiğinde, birey daha güçlü ve genç bir bedenin hayalini kurar. Bu yüzdendir ki, elinde kalanlarla kendini iyileştirmek yerine Mars’a yolculuğun hülyasında yaşar. Gelmez aklına bu hasta bedenin de bir zamanlar genç ve güçlü olduğu. Anlamaz, doyurmadığı ruhuyla, beslemediği benliğiyle, yenik düştüğü hırslarıyla ve oluşturamadığı anlamlarla hasta ve güçsüz kaldığını. Tüm bunları anlayamadığından çareyi, suçu dünyaya atmakta bulur. Dünya kirlidir, kaynaklar yetersizdir, coğrafya adil değildir. Ancak fark etmez dünyayı kirletenin de kaynakları tüketenin de adaleti götürenin de kendi olduğunun.

Belki de insanın en mehabetli hatası her şeyin aynı nefesten geldiğini unutmasıdır. Muhtemelen, yok ettiği her bitkide kendi soluğundan kestiğinin, yaşamını çaldığı her canlıda kendi ruhunu yalnızlığa boğduğunun, hatta döktüğü her kanda kendi kanını akıttığının farkında değildir. İnsan, teknolojiyle birlikte mesafelerini kısalttığı ancak sınırlarını daralttığı dünyasında derinlikten yoksun kaldığını hala idrak etmemektedir. Sığınacak mekânı kalmadıkça uzaya dahi göz koyan insan, üzerinde yaşadığı dünyanın yegâne hanesi olduğundan bihaber davranmaktadır.
Peki, insan, dünyanın bedenin bir parçası olduğu fark etse aynı şekilde onu incitmeye devam eder miydi? Soluk mavi noktanın aslında kendisi olduğunun farkına varsa, bu bedeni çerçöple, kibirle, savaşla, yıkımla, hız ve kontrolsüz tüketimle ifna eder miydi? Yoksa her tomurcuklanan bitkiyi, türdeşi olan olmayan her yeni doğanı kökteşi kabul eder miydi? Bedenine sokmaktan imtina ettiğini, tek yaşam alanı dünyasından da uzak tutar mıydı?
İnsan var oluşunu tabiatla yeniden buluşturmadıkça, yaşadığı toprağı mekân edinerek köklerini derine salmadıkça ve yeryüzünün çekimine yeniden tabii olmadıkça; zamanı kaçırdığını, yaşama yetişemediğini ve yetersiz kaynaklarla mücadele içinde yaşadığını hissetmeye devam edecek.

Kısacası insan, kendi zihnindeki zehirli gazlardan arınmadıkça, dünya atmosferinde yaratığı hava kirliliğini de temizleyemeyecek. Çünkü dış dünya biçim iç dünyamızın yansımaları sonucu doğan bir görüntü. İç dünyamız aç gözle ve kibirle baktıkça, dış dünyamız da açgözlülük ve kibirle tükenmeye devam edecek. Dilden dile söylenerek günümüze ulaşan bir Kızılderili deyişi de hatırlatmaya çabalar dünya ile insanın yek beden olduğunu: “Her şey birbirine bağlıdır. Yerkürenin başına gelen, yerkürenin çocuklarının da başına gelecektir.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ayşe Naz Hazal Sezen Arşivi