Ayşe Naz Hazal Sezen

Ayşe Naz Hazal Sezen

SİZ HİÇ VİNÇ OLMAK İSTEDİNİZ Mİ?

Siz hiç vinç olarak uyanmak istediniz mi?

Sıcak bir battaniye olmak, jeneratöre dönüşmek, iş makinası ile yer değiştirmek…

Siz hiç zamanı durdurmak, ellerinize kolonları kırmak, demirleri kesmek ve sevdiğiniz herkesi güvene almak istediniz mi?

Koca bir ülke, bir kişiye daha nefes olabilecek herhangi bir nesneye dönüşmek isteyerek uyandı o sabah. Yitirilmiş insanlığın neticesinde enkaz altında kalanları gördükçe, insan olarak uyanmak istemedi milyonlarca kişi. Herkes bir nesneye dönüşmek istedi: bir düdüğe, bir çakar lambaya, bir vince, bir şarj aletine, bir kazmaya, bir küreğe… İşe yaramak istedi herkes, bir işe yaramak. Herkes bir nefesi daha dünyada tutmak istedi ki…

Çaresizlik sardı dört bir yanımızı.

Biçare uyandık o sabah.

Milyonlarca insan utandı o gün sıcak evinden, rahat yatağından, yudumladığı çaydan, giydiği monttan, yanındaki sevdiğinden, gitmek zorunda olduğu işinden, kendinden…

Utandık o gün uykumuzdan, utandık o gün uyanmamızdan…

Utandık o gün kendi gözyaşlarımızdan.

Beton altında kalplerimiz var, soğukla savaş veren insanımız var, diyerek gözyaşlarımızı dökmeye dahi utandık.

Biz utandık da;

Kaybolan deprem vergilerinin sorumluları utanmadı.

Senesini doldurmadan yıkılan binaların müteahhitleri utanmadı.

Kendi sorumluluklarını kadere bağlayanlar utanmadı.

Kamerasını mağdur yerine mağrura uzatanlar utanmadı.

Uyarı verilmesine rağmen yolları açamayanlar utanmadı.

1999’da kaybolan hayatlardan sorumlular utanmadı.

24 yıl boyunca 17 Ağustos gecesinde yaşayanlardan;

Van’da sönen yaşamlardan;

Elazığ’da yitip gidenlerden;

İzmir’de zayi olan hayatlardan mesul kimse utanmadı.

...

O gün yağan kar bile utandı, örtmeye çalıştı böylesine acı bir hicabı,

Utanması gerekenler utanmadı.

Suçluluk da bize kaldı.

Suçlu hissediyorum, dedi binlercesi:

Daha fazlasını yapamadığım için suçlu hissediyorum.

Ne yapabilirdik ki biz? İş makinasına dönüşebilir miydik? Her bir köşeye dağılacak şekilde bölünebilir miydik? Felaketle mücadele sistemi kurabilir miydik? Biz yapamazdık. Ancak yapabilenler vardı. Yapabileceğine inandıklarımız, adına ana, adına baba dediğimiz, adına sistem, adına devlet ya da adına lider dediğimiz bizi güvende hissettireceğine inandığımız kavramlar vardı. Anababa olmak güvenlik sunmaktı çocuğa; koca bir halk başımızda ehemmiyet sağlayan bir bakım veren olmadığından başımıza gelen felakette tümgüçlü* olmak zorunda kaldık. Duygusal ve fiziksel, harici ve dahili tüm sıkıntılarla başa çıkmaya gücümüz yeter, diye inandık. Zira aksi halde, bu ilkel savunmaya sığınmayan benliğimizin parçalanması ve akli melekelerimizin kontrolünü kaybetmemiz an meselesi olurdu…

Her şeye yetemeyince de suçluluk sardı zihnimizi, bedenimizi, ruhumuzu… En derinde yaralı yanımız soruyordu: “Anababam beni neden terk etti, ben mi bir şey yaptım, sevilmeyecek çocuk muydum?” Oysa ne en başından beri her şeye yetmek zorundaydık ne de anababası tarafından kendi kaderine terk edilecek çocuklardık. Halk olarak anababamızın sevgisini kazanmaya mecbur değildik, liderimiz bizi biz olduğumuz için sevmeli, bakmalı ve güvenli yaşam sunmalıydı. Onun istediği halk olunca sevilmemiz değil, onun da halkı olduğumuz için sevilmeliydik. Anababalık, otorite olmak, liderlik böyle bir şey olmalıydı; kapsayıcı ve güvenli. Tüm bunlardan yoksun kaldıkça kendi sorumluluğumuz olmayan şeylerden dolayı suçlu hissettik, zira suçluluk hisseden ya da utanç duyan mesuller yoktu.

Hepsinin yanında bir de korkumuz doğdu. Gelecek günlerden korku, gelecek nev felaketlerden. Bencillikten değil, anababamızın arkamızda olmadığı gerçeğiyle yüzleştiğimizden. Bizi koruyup kollayacak yardım kollarının yetersiz olduğunu gördüğümüzden, keşmekeşliğin içinde bir nefes için mücadele verirken boğazımıza basanların varlığıyla karşılaştığımızdan, kimsesiz kalmış bir toplum olduğumuzu idrak ettiğimizden, en acı gerçekliğe dokunduğumuzdan korkmaya başladık. Korkumuz da şu an yaşanan her duygu kadar anormal olaylara verilen normal bir tepkiydi.

Korkumuz bir kenarda şimdi. Bir vince dönüşemedik ama vinci enkaz alanlarına getirecek kadar güçlendik. Kolilerde erzak yanına umut koyduk, sevgi koyduk, haftalık harçlığımızı, henüz giyilmemiş botlarımızı, birbirimize desteği koyduk.

Elindekileri tırlara yüklerken gönüllüler,

Şehit oğullarının kıyafetlerini son kez kokladı anneler;

Annelerinden kalan yorganları paketledi evlatlar;

Çeyizlerini dizdi yuva hayallerine hazırlananlar;

Oyuncaklarını verdi büyümek zorunda kalan çocuklar;

Emzirdiği bebeğinin sütünü sağdı taze anneler;

O kolilerin içine biz sabrı, inancı, yetemeyeceğimizi bile bile çabayı koyduk.

Bugün benim psikolog olarak, terapist olarak, gazetenin bir yazarı olarak söyleyecek bir sözüm yok. Bugün benim konuşmaya değer bir sözüm yok. Bugün yasımızı yaşayacağız. Gerekirse bağıra çağıra ağlayacağız, gerekirse göz pınarlarımıza biriken yaşı tutacağız. Bugün elimizden geleni yapmaya çalışırken gerekirse duracak, gerekirse koşacağız. Hiçbir duygumuzu yaşamaktan kaçmayacağız. Kaçtığımız ve bastırdığımız her duygu yarın tsunami gibi ruhumuzda büyük dalgalanmalara yol açmasın diye bugün acımızı yok saymayacağız.

Bugün yarını bekleyeceğiz. Sessizliğimiz yasımıza saygımızdan olacak.

Zira yarın sadece insan olarak hepimizin söyleyecek çok sözü var!

*Tümgüçlülük (omnipotence) bir savunma mekanizmasıdır. Kısaca, dahili ve harici zorlayıcılarla başa çıkmak için tüm güç unsurlarının bireyin kendinde toplamaya çalışması ve kişinin her şeye gücü yeter şekilde hissetmesi olarak tanımlanabilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ayşe Naz Hazal Sezen Arşivi