Ayşe Naz Hazal Sezen

Ayşe Naz Hazal Sezen

Öteki, aynı zamanda biziz!

Ötekinin aslında kendi olduğunu unuttuğundan beridir, insan yaralar, yağmalar, yıkar. Doğayı sahiplenir, yağmurları sahiplenir, kendini ağaçların ve hayvanların efendisi ilan eder, zayıf olanı hizmet için himayesine alır, inancına uymayanı yakar, alışkanlıklarına aykırı olanı dışlar. Herkes ve her şeyin kendi katı ve esneyemez duvarlarının içinde olması için kendinden olmayanı ezer. Aslında insanın yok ettiği ben’idir.

Biri ölümlü bir ölümsüz, fakat tek yumurtanın çocukları Dioskurlar gibi içimizdeki tıpatıp benzeyen ben’ler de bir bütün olamazlar, lakin birbirleri olmadan da olamazlar.

Dünyayı kendine ait belleyen, değişimi kontrol edebileceğini sanan canlı, insan. Dönüşmek isteyen doğanın karşısında, sabit kalmak isteyen, devinmekten kaçınan yine insan. Öngörülebilir, katı ve yekpare olanı güvenli zannedip, geleceği derpiş etme çabasıyla keskin sınırların içinde ben’siz kalan yine biz, insan.

Gücümüzün doğaya yettiğini zannettiğimiz günden beri onunla çatışıyoruz. Bilinmeyeni tahmin edilebilir kılmak için -uyum sağlamak yerine- üstünde yaşadığımız toprakla kavga ediyor; onu, ona uygun olmayan materyallerle dolduruyor; kendi akışını değiştirmesini bekliyor, hatta değişmesi için münasebetsiz müdahalelerde bulunuyoruz. Suyun akışını beğenmiyor, bize göre doğru olan yöne akmasını sağlıyoruz. Doğadan bize mükemmeli sunmasını bekliyor, onun kendiliğine ilişiyor ve güvenli hissettiğimiz tekdüzelik adına onu zorluyoruz. Doğanın bilmediğimiz bir öteki olmasına izin vermeyerek onun değişim isteğini reddediyor ve bizim sınırlarımızda hareket etmesini sağlamaya çalışıyoruz. Tıpkı kendimize yaptığımız gibi. Kendimizi keşfetmek yerine güvenli sanılan duvarların içinde kalmayı yeğliyor, doğanın bir parçası olarak değişimi ve dönüşümü riskli görüyor ve ölümsüz gibi yaşıyoruz. Halbuki, tanımadığımız zeminlerin üzerine inşa edilen binaların/benliklerimizin dönüşümünü reddettikçe içinde konakladığımız kendilik hali, ufak bir sarsıntıda enkaza dönüşme riskini barındırıyor.

Dönüşebilen öteki aslında kendimiz

Jung “Doğanın bizi dönüştürmek istediği öteki, aynı zamanda biziz” dediğinde bilincimiz buna direndiğini de belirtir. Bilinç, dönüşümün sonucu ötekini istemez. Zira öteki, kim olduğu bilinmeyen olarak evimize girecek ve kendi evimizde tek efendi olmadığımızı gösterecek kişidir; oysa yine kendimizizdir. İnsanın değişim ve dönüşüm korkusu, yitireceğini sandığı hakimiyetten büyür. Mesela, gelişen teknolojiyi anlamayacağını sandığı için değişime karşı durur. Yeni gelenin karşısında ötekilerin daha güçlü olacağını sanır ve güvenli atfettiği sınırlarında değişime direnir. Yahut evin yıkılmayacağına inandığı için evini ötekiler tarafından yapılacak sağlamlık testlerine tabi tutmaz; ardından enkaza dönüşen evinin karşısında başkalarını suçlar. Oysa, tekinsiz hissettiği ötekine karşı direnen kişi, kendine direnmektedir. İnsan evine girecek ötekinin kendinin farklı biçimleri olduğunu fark ettikten sonra içindekinin dost ya da düşman olabileceğine karar verebilir. Kim olduğunu, kimlerin birleşiminden oluştuğunu, zeminin nereye temas ettiğini, köklerinin ne kadar derine indiğini dönüştüğü dışarıdaki ötekiler ve kendi dönüştüğü ötekiler sayesinde öğrenir. İnsanın her dönüşümü kendisidir aslında. Direnmedikçe uyumlandığı, sert duvarlar yerine esnek sınırlarla genişlediği bir ben’dir.

Zeus’un içimizdeki delikanlıları

Yaşanılan hayal kırıklığı, keder, coşku, yas, bunalım, sevinç ve daha nicesiyiz. Tüm bunların toplayıp, çıkarılıp geriye kalanları değil, aynı anda hepsi. Envaiçeşit öteki versiyonumuz içimizde aynı anda barınır: Muhafazakâr yanımız, seküler çağımız, çağdaş tarafımız ve Zeus’un delikanlıları olarak anılan Dioskurlar gibi ölümlülüğümüz ve ölümsüzlüğümüz… Tek yumurtadan doğan Kastor ve Polluks, biri ölümlü biri ölümsüz kardeşler gibi. Onlar ölüm acısını hafifleterek insanlara iyilik edecek olanlar, acı içindeki can vermek üzere denizcilerin yardımına koşacaklar, zincirlerinden boşalmış azgın rüzgarların soluklarını kesecekler, dalgaların gürültülerini azaltacaklar, gemileri sapa sağlam limana ulaştıracak olanlardır. Omuz omuza çarpışan kahramanlardır Dioskurlar, içimizdeki ötekiler gibidir: Zıtlıklarla dolu yanlarımızın yaşamın zorlayıcı yanlarına birlikte göğüs gerip, balından ortaklaşa tat alır ve ancak müştereklerse kahraman olabilirler. Jung’un bahsettiği üzere süreğen dönüşümümüzün nedeni, farklı yanlarımızın birbirine yaklaşmasıdır. Ölümlülüğümüz ile ölümsüzlüğümüz, kederimiz ile neşemiz, sakinliğimiz ile öfkemiz gibi… Biri ölümlü bir ölümsüz, fakat tek yumurtanın çocukları Dioskurlar gibi içimizdeki tıpatıp benzeyen ben’ler de bir bütün olamazlar, lakin birbirleri olmadan da olamazlar.

Değişimin reddi muhafazakarlaştırır

Aslında daima “Ben” olmayı seçer insan. Ancak bazen kendisinin tüm ötekilerden oluştuğunu hatırlayamaz; büyümek için bir ötekine ihtiyacı olduğunu unutmuştur. Ötekinin aslında kendi olduğunu unuttuğundan beridir, insan yaralar, yağmalar, yıkar. Doğayı sahiplenir, yağmurları sahiplenir, kendini ağaçların ve hayvanların efendisi ilan eder, zayıf olanı hizmet için himayesine alır, inancına uymayanı yakar, alışkanlıklarına aykırı olanı dışlar. Herkes ve her şeyin kendi katı ve esneyemez duvarlarının içinde olması için kendinden olmayanı ezer. Aslında insanın yok ettiği ben’idir. Dönüşümünün ve değişiminin sonundaki ötekine -yeni kendine- yer açmamaktadır. Bu yüzden muhafazakarlaşır. Din, dil, ırk, görüş fark etmeden sahip olduğu değerleri muhafaza ederken tutucu olur. Değişmekten, yenilenmekten çekinir; “En iyisi kendi bildiğimdir” der, lakin kendini bilemez. Temeli atılmamış benliğin üzerine inşa ettiği şatafatlı, kalın duvarlı kimlikler ufak bir sarsıntıda dahi yerle bir olunca dışarıdan gelen etkeni suçlayarak saldırganlaşabilir. Yeni veya farklı olana karşı katılığını şiddete varan davranışlarla gösterebilir. Şiddet sadece karşısındaki ötekilere yönelik değildir, doğaya, hayvana ve en başında kendi içindeki değişim ve dönüşüme açık olan yanınadır.

Sorular…

Misafir olduğumuz dünyaya karşı davranışımız, kendimize de nasıl davrandığımızın bir nevi göstergesi. Kontrol etmeye çalıştığımız doğaya karşı hırçın tavrımız kendi içimizde nereye temas ediyor ki bizi saldırganlaştırıyor, diye sorabiliriz. Yahut cinsiyet yönelimi farklı diye aşağıladığımız veya dışladığımız kişilerin, bize benzemedikleri için neden bu kadar öfkelendiğimizi; savunmasız gördüğümüzü niçin tahakküm altına almaya çalıştığımızı; etrafımızdaki değişim ve dönüşümü duymak yerine neden sadece kendimizi bağırarak duyurmaya çalıştığımızı düşünebiliriz. Zira dışarıya gösterdiğimiz tavırlar, aslında kendimize gösterdiğimiz şiddetin yansıması. Doğadan beklediğimiz mükemmelliği aslında kendimizden mi bekliyoruz? İçimizdeki farklılıktan dolayı ait hissedemiyor, içimizde büyüyen öfkeyi farklılığını sergileyebilene mi gösteriyoruz? Kendimizi keşfe çıkarsak, toplumdan dışlanacağımızdan korkup, yenilikçi olana direniyor muyuz? tüm bunların yanında, duvarları kalın ve sert kalemizin içinde öteki olmadan, dönüşmeden kendimizi bulmamız ne kadar mümkün?

Not: Omuz omuza çarpışan Dioskurlardan Kastor, bir kavga sırasında ölür ve ölümsüz olan Polluks kurtulur. Ancak Polluks bir parçası olan ötekisi Kastor’dan ayrı kalamaz ve Zeus birbirine bağlı bu iki kardeşi ayırmamak için onları gökyüzüne yıldız olarak yerleştirir. Mit, kendi farklı yanlarından ayrı kalamayacak insanı hatırlatır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ayşe Naz Hazal Sezen Arşivi