Ayşe Naz Hazal Sezen
Dağılmadan toparlanılmaz
Geleceğe dönük zaman yolculuğunda atılan her adım, girilen her sokak veya her yeni öteki, ruhiyat için muhtemel tehlike olarak algılanıyor. Tehlikesiz şimdinin içinde, miktarı bilinen acıda kalmaksa güven veriyor. Lakin geçmişte kalması gerekenler şimdiye sızınca, şifa bulmak veya yaralanmanın aynı kefede olduğu seçimin tek sonucu daha da çok yara almak oluyor. Dağılmaktan korkmanın sonucu, yıkılıp yeniden inşa imkânı sunulmayan bir gecekondu ben’in içinde geçen ömür oluyor.
Yıkık dökük, rutubetli, kasvetli, buhrana neden olan bu ev nesiller arası ailevi mirasın, toplumun, beklentilerin birikimi. Ancak bize ait değil.
Geçmiş kusurlu, gelecek karanlık. Zamanın doğrusal çizgisinde yaşamı anlamlandırmaya alışmış insan, çizginin bitişindeki kaçınılmaz sonu bilmesine rağmen geçmiş ve gelecek arasında kendini arıyor. Var oluş ve yok oluş arasındaki bilinmezi yaşamaya çalışırken muzlim dehlizlerden, loş kanallardan, korkutucu mevsimlerden, boş ruhlardan, yankısız yarlardan, azap odalarından geçiyor. Tökezleyip düştükçe, darbe aldıkça, dar geçitlerde yaralandıkça lime lime dağılan ruh; sevildikçe, destek gördükçe, yansımasını buldukça parça parça yeniden inşa oluyor.
Kimi ruhlar sahibinin yaşanmışlıklarıyla kendi deneyimlerinden, acılarından ve bulduğu şifalardan şekil alıyor. Aksi durumda, mecruh halde kendini bulabilmek için değil, sadece yaralarının acısını azaltmak ya da onları hissetmemek için yoluna devam ediyor. Bazıları ise tattıkları acı veren deneyimlerin ardından, yaşanabilecek daha fazla elemden korktukları için durabiliyorlar. Acıdan kaçmak için hareketsiz kalıyorlar. Canlılığın özü olan hareket bitince, zaman çizgisi o an’da sabitleniyor. Daha fazla acı istenmeyen en acı dolu an’da…
Kişisel zaman çizgisinde hareketsizleşmek
Yaşamda kim olduğunun, kim olacağının, neye dönüşeceğinin ve nasıl şekil alacağının keşfinin bitmesi, yerkürenin zaman çizgisinin sonu demekken; yolculuğu erken durmuş bu mecruh ruhlar içinse ömür karanlıkta, çöküntü içinde, buruk ve buhranlı geçiyor. Zira kendi zaman çizgilerinde sabitleniyorlar. İlerlemek iyileşmek olduğu kadar, parçalanmak, dağılmak anlamına da geliyor. Parçalanmak ise çektikleri acının çoğalacağını duyumsatıyor ve kasvetli renklerle dünyayı izleyen bu bireyler için dağılmak, korkulu rüyanın gerçeğe dönüşmesi oluyor.
Geleceğe dönük zaman yolculuğunda atılan her adım, girilen her sokak veya her yeni öteki, ruhiyat için muhtemel tehlike olarak algılanıyor. Tehlikesiz şimdinin içinde, miktarı bilinen acıda kalmak ise güven veriyor. Lakin geçmişte kalması gerekenler şimdiye sızınca, şifa bulmak veya yaralanmanın aynı kefede olduğu seçimin tek sonucu daha da çok yara almak oluyor. Dağılmaktan korkmanın sonucu, yıkılıp yeniden inşa imkânı sunulmayan bir ‘gecekondu ben’in içinde geçen ömür oluyor.
Başkalarının inşa ettiği Ben
İnsanın doğumundan önce dahi belleğinin gizli köşelerine, kim olacağına dair veriler kaydedilmeye başlıyor. İnsan ebeveyninin ruhani ve davranışsal miraslarını toplarken, büyüdüğü çevrenin, toplumun istekleri, kuralları ve yaptırımları arasında bir ben inşası başlıyor. Ömrünün ilk yıllarında inşasına başlanan ben üzerinde iradi bir kontrolü bulunmayan birey, ailesinin, çevresinin, toplumun, medyanın ve benzeri tüm dış unsurların arasında kendi mizacıyla harmanlanan bir evde yaşamaya başlıyor.
Ebeveyninin korkuları, ailesinin arzuları, öğretmenlerinin beklentileri, toplumun istekleriyle duvarları örülen bu evin içi geçmişin acılarıyla, hayal kırıklıklarıyla, geleceğe yansıyan endişelerle dayanıp döşeniyor. Nereden geldiğini dahi bilmediğimiz korkular salonun ortasında duruyor. Bize ait olmayan hedefler evin girişinde gerçekleştirilmeyi bekliyor. Başkalarının beklentilerinden ve hayal kırıklıklarından yapılmış çatı ise belirsizlik yağmurlarına karşı bu evi korumuyor.
Lakin, sağlıksız ve dayanıksız da olsa, bu ev bizim tek varlığımız; ben’imiz. Yeteri kadar korumasa da acı verse de bu evin parçaları diğerlerinden miras kalanlar. Bize öğretilen ise bu mirasa sahip çıkmak. Çünkü mirası bırakanlara öğretilen de aynısı. Yıkık dökük, rutubetli, kasvetli, buhrana neden olan bu ev, nesiller arası ailevi mirasın, toplumun, beklentilerin birikimi. Ancak bize ait değil. Bize ait olan ben’in inşası için önce bu gecekondu, harabe gibi olan, bizi korumasız bırakan evin yıkılması lazım.
Ben evinin yıkılması
Yıkım demek, dağılmak demek. Nereye gideceğini bilememek, yetersiz olsa dahi tek yuvandan uzak, açıkta, korunmasız kalmak demek. Daha çok darbe almak, lime lime olmak, aşina olunan acı miktarının artması, hareketsizliğin bitmesi ve parçaların etrafa saçılması demek. Kendimizden çok başkalarından arta kalanlarla inşa edilmiş bir ev olsa da onu yıkmak, belirsizlik yağmurlarına karşı tamamen savunmasız kalmak demek.
Oysa toparlanmak için önce dağılmak gerek. Parçalanmak, parçalamak ve bizim olmayan parçalardan inşa edilen bu dayanıksız yapıyı yıkmak gerek. Bu da canımızın çok yanması, ruhumun soyulması, derunumuzun delinmesi ve yüreğimizin binlerce yıkım darbesi altında ezilmesi demek.
Kimse bile isteye bu yıkıma gidilmeyeceğini düşünse de bu dağılmanın ardı kendimize ait yeni bir evin inşası. Kendi arzularımız, kendi beklentilerimiz, kendi hayallerimiz ve kendi seçimlerimizden oluşan bir ev: Ben. Salonun ortasında başkalarının korkularının olmadığı, diğerlerini beklentilerinin kapıyı tutmadığı; kendi deneyimlerimizle döşenmiş, kendi tecrübelerimizden şekil almış; acıya ve korkuya rağmen harekete geçmenin sonucunda yeniden inşa edilebilmiş bir ev.
Geçmişin kusurlu, geleceğin karanlık olduğu yaşamımızdaki deneyimleri anlamlandırma yoluyla kim olduğumuza, kim olacağımıza ve kendimizi nasıl inşa edeceğimize karar verebilmemizin sonucunda; korkutucu mevsimlere karşı güvenli bir evimiz, muzlim ve loş dehlizlere karşı fenerimiz ve yankısız uçurumlara karşı varlığından şüphe etmeyen ben’imiz kuvvetlenir.
Yine de bu kudretli inşaatın başlayabilmesi için tanıdık ve aşina olunan ben’i/evi karşı yapısöküme uğratmak gerekir. Acıyı kabul etmek, yıkıma gitmek ve dağılmak…
Zira toparlanmak için önce dağılmak gerek.