Hüseyin Tapınç
YABANCI
Bugün ortalama bir yurttaşa Türkiye’nin en önemli sorunlarının neler olduğunu soracak olursak zamlar, hayat pahalılığı, enflasyon, işsizlik, borçlar ya da yaşam koşulları gibi farklı şekillerde dile getirilse de öncelikli olarak ekonominin gündemin ilk sırasına taşındığını göreceğiz. Bu sorunlar yumağını dönemsel olarak değişen sıralarda olsa da adalet, hukuk sistemi ve eğitim konuları izliyor.
Bu değişmez listeye dönem dönem ve farklı ağırlıklarda olmakla beraber katılan bir başka önemli madde de ülkemizde bulunan mülteciler, sığınmacılar ve göçmenlerdir. Hukuksal platformda her biri farklı anlamlar taşıyan bu kavramlar, ortalama insanların zihninde karışıyor ve her biri bir diğerinin yerine rahatlıkla kullanılabiliyor.
Toplumun başta Suriyeli mülteciler olmak üzere, özellikle son zamanlarda yoğun bir şekilde ülke topraklarına giren Afgan ya da Pakistanlı göçmenler hakkında ne düşündüğünü birçok araştırma net bir şekilde göstermiş bulunuyor. Bu araştırmaları burada yeniden paylaşmaya gerek yok. Ancak yapılan tüm araştırmaların özet olarak söylediği net bir şey var; toplumun çoğunluğu, mültecilerin günlük hayatımızı olumsuz bir şekilde etkilediğine inanıyor ve bu mültecilerin ülkelerine geri dönmeleri gerektiğini düşünüyor.
Mülteciler toplumsal gündemimize bundan tam 11 bir sene önce girdi ve ilk mülteci kafilesi yaklaşık 250 kişiden oluşuyordu. Aradan geçen 11 sene içinde resmi rakamlara göre ülkemizde kayıt altına alınmış 3 milyon 750 binden fazla Suriyeli mülteci bulunuyor ve yine yakın dönem raporlarına göre 200 bin Suriye uyruklu kişi de vatandaşlık kazanmış bulunuyor. Gayri resmi rakamlara bakılacak olursa da ülkemizde 10 milyona yakın farklı statüde ve farklı kökenlerden gelmiş yabancı uyruklu kişi var. Sonuçta Türkiye dünyada en çok göç alan ülkelerin başında geliyor.
Bugün mültecilere ve göçmenlere yönelik olumsuz tutum toplumu sarıp sarmalamış durumda. Olumsuz hava gün geçtikçe dozunu arttırıyor. Peki, bu anlamda bir milat olan 2011 yılı öncesi ve sonrası bize neler söylüyor? (1)
Öncelikle ülkemizdeki yabancıları bir yana koyalım, parçası olduğumuz bu toplum insanların çoğunluğuna, tanımadıklarına hiç güvenmeyen bir toplum. 1990 yılında bu toplumun yüzde 88’i başkalarıyla bir ilişki kurarken çok dikkatli olmak gerektiğine inanırken, bugünkü konumuz için milat olan 2011 yılında bu oran yine benzer bir düzeyde yer alıyordu (yüzde 83). Aradan geçen onca seneye rağmen 2018 yılında da yine toplumun yüzde 84’ü yabancılara dikkat etmek gerektiğine inanıyor. Bu durum kendimizle ilgili olarak kabul etmemiz gereken ilk gerçek; biz insanlara güvenmeyen bir toplumuz ve bu anlamda hiçbir şekilde değişim geçirmiyoruz.
Toplumda genel olarak yabancılara karşı güvensizlik hüküm sürerken, yıllar içinde mültecilere ve göçmenlere yönelik hoşgörünün düştüğünü gözlemlemek de mümkün.
1990 yılında toplumun yüzde 28’i göçmenleri/yabancı kökenli işçileri kendisine komşu olarak istemezken, bu oran mülteci akını başlamadan önce 2011 yılında yüzde 31 olarak ölçülüyordu. 2018 yılına geldiğimizde ise bu oran yüzde 48’e kadar yükseldi. Her ne kadar mülteci akınının başlamasından yaklaşık yedi sene sonra göçmenleri istemeyenlerin oranı toplumun yarısına ulaşsa da bu akın öncesinde toplumun üçte birinin yakınında bir göçmen istememesi, onunla aynı fiziki mekânı paylaşmayı arzu etmemesi son derece dikkat çekici bir gerçek olarak önümüzde duruyor. Toplumun çok dikkat çeken önemli bir kesimi aslında mülteci akını öncesinde de bu insanları çok da fazla yakınında görmek istemiyordu. Biz aslında yabancılara güvenmiyoruz ve çok da yakınımızda olmalarını istemiyoruz. 2021 yılında Kadir Has Üniversitesi tarafından yapılan Türkiye Eğilimleri Araştırması’nda da toplumun yüzde 57’sinin bir mülteci/sığınmacı ile komşu olmak istemediği görülüyor. Oran gün geçtikçe yükseliyor.
Bu yazıda paylaşılan iki basit ve temel sorgulama konusu bile aslında bu toplumun kendisinden olmayana ne kadar kapalı ve düşük toleranslı olduğunu net bir şekilde gösteriyor. İşte sırf bu nedenle bile mülteciler, sığınmacılar ve göçmenler için geliştirilecek politikalara, bu insanlar üzerine ve bu insanlar üzerinden edilecek sözlere ne kadar çok dikkat etmek gerektiği son derece aşikâr. Sözlerimizde ve davranışlarımızda temel pusulamız vicdanımız, evrensel insan hakları ve değerler olmak zorunda.
……………………………….
(1) Araştırma bulgularının tamamı Dünya Değerler Araştırması’ndan alınmıştır. Tüm araştırmalara