Hüseyin Tapınç
Sivil toplum
14 Mayıs ve 28 Mayıs seçimleri ile ilgili birçok değerlendirme ve analiz geleneksel medya kanallarında ve sosyal medyada sınır tanımaz bir şekilde paylaşılıyor. Seçimlerin ardından Z raporu alınıyor. Herkes kendi cephesinden seçimlerin neden ve nasıl kazanıldığını ya da kaybedildiğini derinden anlamaya çalışıyor. Bu analizler siyasi partiler ve siyasetçiler tarafından ders alındığı ve geleceği yönlendirdiği sürece son derece önemli ve gerekli.
Ben seçim sonuçlarına siyaset penceresinden değil, sivil toplum penceresinden bakmayı tercih edeceğim.
Bir önceki yazımda Cumhuriyet tarihinin en muhafazakâr ve en milliyetçi Meclis yapısına kapıları açan genel milletvekili seçimi sonuçlarından yola çıkarak kadınların, LGBTİ+ bireylerin ve Kürtlerin seçimin kaybedenleri olduklarını yazmıştım.
Bu yazının üzerinden bir de cumhurbaşkanlığı 2. tur seçimleri geçti ve seçim sonucunda Erdoğan bir kez daha ülkenin cumhurbaşkanı seçildi.
Cumhurbaşkanlığı ve Meclis yapısından yola çıkarak artık rahatlıkla cümlemin devamını yazabilir ve seçimin gerçek kaybedeninin Türkiye’deki sivil toplum örgütleri, daha doğrusu, sivil toplumun kendisi olduğunu söyleyebilirim.
En basit anlamıyla devlet örgütü ve örgütlenmesi dışında kalan ve her türlü siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik faaliyetleri yürüten gönüllü kuruluşların bütününü sivil toplum olarak tanımlamak mümkündür. Devletin karşısında konumlanan sivil toplum, modern toplumlarda ve gelişmiş demokrasilerde toplumsal değişimin ve gelişimin motor gücüdür.
Sivil toplumun yapı taşları da gönüllülük esasına bağlı olarak çalışan ve devletin siyasetini etkilemeye ve şekillendirmeye çalışan sivil toplum kuruluşlarıdır. Bu kuruluşlar sendikalar, işveren kuruluşları, dernek ve vakıfları da içeren hükümet dışı kuruluşlar (İngilizcesi ile NGO), politik gruplar, dini gruplar, gönüllü olarak üye olunan meslek birlikleri vb. olarak sıralanır.
Kamuoyunda genellikle yardımlaşma, toplumsal fayda, gönüllülük ve dayanışma gibi kavramlarla anlatılan sivil toplum, toplumun zihninde Kızılay, Yeşilay ve bir ölçüde de TEMA, LÖSEV ya da son yıllarda AHBAP gibi kurum ve kuruluşlar ile özdeşleşmiştir.
Güçlü bir devlet ve devletçilik geleneğinden gelen Türkiye’de sivil toplumun gelişmesinin önündeki en büyük engellerden birisi kuşkusuz ki bu gelenektir.
Bununla birlikte, özellikle 1980 darbesinden sonra sivil toplum kavramı Türkiye’de önem kazanmaya başlamış ve devletin dönüştürülmesi ve demokratik yollardan denetlenmesi fikri yaygın bir şekilde kabul edilmeye başlanmıştır. Toplum, devlet ile yeni bir zeminde buluşma ve onu dönüştürme isteğini yaygın bir şekilde dile getirmiştir. Buradan yola çıkarak 1990’lı yıllar boyunca hem örgütlenme pratiğinde hem de başta feminizm, LGBTİ+, çevre ve insan hakları hareketlerinin etkisiyle toplumsal yaşamda önemli değişimler yaşanmış ve sivil toplum hiç olmadığı kadar güç kazanmıştır.
2000’li yıllar AKP iktidarında geçiyor ve partinin ilk iktidara geldiği yıllardan günümüze ulaşıncaya kadar geçen dönem içinde devlet ve sivil toplum ilişkisinin geçirdiği dönüşüm ve geldiği nokta hepimiz için aşikârdır.
AKP’nin iktidara geldiği dönemde AB normlarına uyum çalışmalarına eşlik eden çoğulculuk, çok kültürlülük, uzlaşma gibi kavramlarla şekillenen “muhafazakâr demokrasi” vaadinden ve iddiasından bugünün söylem ve uygulamalarına geldiğimizde sivil toplumun son derece güç koşullarda varlığını sürdürmeye başladığını söyleyebiliriz.
2020’li yıllar devlet karşısında yeniden zayıflayan sivil toplumun yılları olmaktadır. Sivil toplum denetim, sorgulama ve dönüştürme kapasitesini yitirmektedir. Türkiye’de sivil toplum bugün sadece dini cemaatler, vakıflar, dernekler ve yardımlaşma kuruluşları çerçevesinde tanımlanmaya çalışılmaktadır. Sivil toplumun hareket sahası daralmaktadır. Aslında gündemdeki soru son derece nettir: Demokrasi Endeksi’nde 167 ülke arasında 103. sırada yer alan bir ülkede ne kadar gelişmiş ve kapsayıcı bir sivil toplumdan söz edilebilir?
Bugün Meclis’te henüz yemin töreni yapılmamışken, Meclis çalışmaya başlamamışken Yeniden Refah Partisi’nin Meclis’in ilk yapması gereken çalışmanın LGBTİ+ derneklerinin kapatılması olması gerektiğine dair beyanatı gelecek günlerin habercisidir.
Bu çağrıların ve LGBTİ+ derneklerine yönelik olası kapatma kararlarının kendi içinde toplumu yeniden şekillendirme hedefi dışında bir o kadar da sembolik olduğuna ve bununla sınırlı kalmayacağına inanıyorum.
Bu, başlangıç noktasıdır.
Bu dernekleri, başta kadın dernekleri olmak üzere hak temelli hedefler çerçevesinde çalışan diğer derneklerin ve vakıfların izleyeceğini ve bunlar kapatılmayacak olsa bile faaliyetlerinin kısıtlanacağını veya zorlaştırılacağını düşünüyorum.
Türkiye’de sivil toplumun önümüzdeki dönem içinde sadece “hayırseverlik”, “sosyal danışma” ve “sosyal yardım” üçgenine indirgenmesi ve bununla sınırlı kalması güçlü bir olasılıktır.
Bu alan da AKP’nin toplumla organik bağlarını tesis ettiği ve koruduğu alandır.
Burası AKP’nin oyun parkıdır.
Türkiye’de sivil toplumu, sivil toplum kuruşlarını ve gönüllülerini zor günler bekliyor.