SAĞ POPÜLİZMİN YÜKSELİŞİ..

Ötekileştirmenin verimliliği, “Milli Mutabakat” kisvesi altında zımnen Sosyal Darwinist bir üslup benimseyerek sağ radikalizmi yükseltmeyi cazip kılıyor. Adorno’nun “Var olanla, verili olanla, başlı başına erkle özdeşleşmeye ayak uydurma gerekliliği, totaliter potansiyeli oluşturur.” tespiti, muhalefetin siyasi iktidardan rol çalma stratejisinin neye hizmet ettiğini tarif etmesi bağlamında önem arz ediyor.
Bütçe görüşmeleri kapsamında Süleyman Soylu perdeyi açtı. Siyasi iktidarın nicedir benimsediği milliyetçilik temelli siyasi üslubun en fanatik temsilcilerinden olan Soylu, hamaset dozu yüksek konuşmasında, Türkiye’de yaşayan 6 milyon insanın iradesi durumunda olan milletvekillerine “Haysiyetsizler!” diye bağırırken, mecliste grubu olan siyasi parti temsilcilerinin tepkileri veya tepkisizlikleri, tam manasıyla Türkiye’nin hâli pür mealini yansıtmaktadır. Kaygı verici olan; tıpkı bir mahalle kahvesindeki derbi atmosferinde seyreden konuşmanın, TBMM çoğunluğunda ve toplumun genelinde karşılık bulmasıdır. (Hukuki yorumu için Haldun Solmaztürk’ün 21 Aralık tarihinde Gazete Pencere için yazdığı yazıyı okumanızı tavsiye ediyorum.)
Milliyetçilik, bu topraklarda kimsenin tekeline bırakılamayacak kadar güçlü ve kullanışlı bir siyasi araç olduğundan, kuruluş ilkeleri itibariyle sırtını sağlam yere dayayan iktidar ortağı partinin temsilcileri, gündemin sağladığı avantajdan yararlanmak adına radikalizmin bayrağını yükseltebildikleri kadar yükselttiler. Devlet Bahçeli; 10 Aralık İnsan Hakları Günü vesilesiyle yayınlanan ve kısaca “Onurlu, huzurlu, güvenli yaşam hakkımızı talep ediyoruz. Bunun için demokratik muhalefetin gereken sorumluluğu almasını bekliyoruz.” şeklinde özetlenebilecek, son derece barışçı bir dille kaleme alınmış bildiriye imza atan 805 yurttaşımızı “kiralık kalem”, “sözde gazeteci”, “kimliksiz akademisyen” nitelemeleriyle demonize ederken, sosyal medya hesabından HDP’nin “açılmamak üzere kapanması” çağrısında bulunuyordu. İktidar sözcüleri, -tarihte tekraren yaşadıkları- parti kapatmanın olumlu bir sonucunu göremediklerini anlatmaya çalışırlarken, bu defa da MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın, yasal zeminde siyaset yapmaya çalışan HDP’yi PKK terör örgütü ile özdeşleştirdiği beyanatında “kâmilen itlaf edilmesi gereken bir haşere sürüsüdür.” diyerek kırımı içselleştirmiş bir psikolojinin asıl niyetini faş ediyordu. Milliyetçi cenahın yüklendiği tarihi misyon göz önünde bulundurulduğunda, açıklamaların şaşırtıcı bir yanı olmadığını düşünüyorum.
Gelelim sadede… Tüm bunlar yaşanırken, suskunluğundan müteessir olduğumuz Muhalefet cenahı tarafından yönetilen İBB’nin seçilmişleri; ırkçı ve Turancı Hüseyin Nihal Atsız’ı, Maltepe’de bir parka ismini vererek taltif ettiler. Militarizmi kutsal, askerliği tek gerçek bilim addeden, dini ve milli ülkülere toplu ölümlerle varılabileceğini düşünen, memleketteki dengesizliği savaşsızlığa bağlayan ve imha savaşını idealize eden Atsız, Cumhuriyet ideolojisinin vatandaşlık temelinde tanımladığı milliyetçiliği hoş görmeyecek bir fanatizmin, faşizme öykünen fikir adamıydı. Oğluna yazmış olduğu mektubunda; Türkiye’de yaşayan farklı etnik unsurlar dâhil olmak üzere, Türk Irkı dışında tüm ırkların yeni - eski tarihi düşmanlarımız olduğuna dikkat çekerken, çarpışmaya hazır olmasını salık vermekteydi.
“… 50 bin geri Kürd’ün yaşadığı ve Barzani’ye silah kaçakçılığı yaptığı o geniş bölgeye Çingeneleri de yerleştirip kaynaştırsak gelecek yüzyılda kim bilir ne insan güzeli vatandaşlar kazanırdık. Irkçılık düşmanları bu insan güzelleriyle evlenerek Hilali yükseltirlerdi.” gibi kitlesel fantezilerin fikir üstadı olan ve tamamen aşağılamak adına, yazılarında “Kürt” sözcüğünü küçük yazmayı tercih eden Atsız’ın hakir gördüğü farklı etnik unsurların teveccühü ile seçilen İmamoğlu’nun, Atsız’ı onurlandırması, siyasi tavrını açıkça ortaya koyması bağlamında belirleyici olmuştur.
Hemen ardından; Kemal Kılıçdaroğlu, Canan Kaftancıoğlu ve Ekrem İmamoğlu’ nun, tam da Maraş Katliamı’nın yıldönümünde, katliamın failleri malum iken, Alparslan Türkeş’in eşini ziyaret etmeleri, siyasi pragmatizmle izah edilemeyecek kadar ağır ve kabul edilemez bir tutumdur.
“İstanbul’u kazanan Türkiye’yi yönetir.” paradigmasının rüzgârı ile havalanan ve anti ideolojik duruşu ile sözde kucaklayıcı bir iletişim dilini referans alan Ekrem İmamoğlu ve siyasi partisinin yaptığı şey, babalar gibi sağ popülist siyasettir. Bunu kendilerinden çok daha iyi becerenler varken, bu siyasi üslup CHP’yi iktidara değil, Adorno’nun da dediği gibi, erkle özdeşleşmeye ayak uydurmaya ve totaliter potansiyelin oluşması için araç olmaya taşır. Velhasıl; onurlu ve kararlı bir muhalefet de bu hâlden evladır.
*Bütün illetlerden kurtulduğumuz güzel bir yıl diliyorum efendim..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Boray Acar Arşivi