Boray Acar
“Allah’ın Askerleriyiz!” Deseler Böyle mi Olurdu?
Bu yazı yayınlandığında belki de yemin krizinin müsebbibi olan teğmenler ile ilgili karar verilmiş olacak. Ancak karar ne yönde olursa olsun, bu konu farklı kutuplardaki tezahürleri ve siyasi yansımalarıyla konuşulmaya devam edecek gibi duruyor.
Tarihsel sürece bakıldığında; Refahyol ile başlayan dönem haricinde askerin gazabına en az uğrayan kesim İslamcılar olmuştur. Ne zaman ki İslamcı muhafazakârlar “Siyasal İslam” çatısı altında zuhur edip iktidar oldular, 28 Şubat yaşandı, işte o noktada çatışma başladı. Bu arada en iyi yaptıkları işi yaparak kendilerine göre bir tarih uydurdular. Osmanlı’nın son dönemiyle başlayan modernleşme hareketini karşılarına alıp tarihsel gerçekliği olmayan bir acılar menkıbesi yazdılar. Devletin kökenindeki militarist geleneği işlerine geldiği gibi demonize ettiler ve tarihteki en büyük sivilleşme hareketi olduklarına yönelik kabulü de topluma dayattılar.
Kumpas davalarıyla yaptıkları alan temizliğini çokça yazdım, tekrara düşmek istemiyorum. O sürecin sonuçları bugün yaşananlar itibariyle bizi daha fazla alakadar ediyor. Devlet ile hükümetin tam mutabakatla çalıştığı bir güvenlik rejimi inşa ettiler. Eskiden şikâyet ettikleri askeri vesayet ve bürokratik oligarşi yerini, kendi kurdukları yeni vesayet rejimine bıraktı. Bu yeni düzen eskisinden daha güçlü ve daha baskıcı… Sadece vesayetin rengi değişti. Baskı yapan ile baskı gören kimlikler yer değiştirdi. Burada kutupları, seküler-dinci/dindar, Kemalist–muhafazakâr şeklinde karşıtlıklara oturtmak bizi gerçeği görmekten alıkoyuyor. Bugün eskiye özlem duyanların iktidar düşmanlığı ile yaptıkları yanlış bu.
Muhtemelen bunu siyasi saiklerle yapıyorlar. Yani kültür savaşını siyasi kutuplaşma gibi göstererek gerçeği gizlediklerini söyleyebiliriz. Eski vesayet rejimiyle yeni devlet rejimi arasında temelde bir fark yok. Hatta güvenlik temeline oturan yeni rejimin, devletçi anlayışa sahip olanlar için eskiye nazaran daha makbul olduğu bile söylenebilir. Kavga, dâhiliyesiyle hariciyesiyle devletin rejimi üstünden değil, gücün kimin elinde olduğu veya olması gerektiği üstünden yürütülüyor. Güç el değiştirdiğinde ne olacağını hep birlikte göreceğiz. Ancak, muhalefetin rejime yönelik söylemlerinin değişmesi ve parlamenter sistem tartışmalarının azalması, yeni rejimin kabul gördüğünün ve güçlendiğinin bir göstergesidir.
Teğmenlerin kılıçlı ve Mustafa Kemalli yeminleri de muhtemeldir ki gücü elinde bulunduranlara muhalefet ediyor. Eğer öyle ise siyasi bir çıkış olduğu da ortadadır.. Mevzuatın değiştirildiği belli ve programda böyle bir bölüm yok. Bu nedenle de disiplin prosedürü “mevzuata aykırılık” ekseninde yürütülüyor. Bugün değilse yarın, yani güç el değiştirdiğinde birileri çıkıp “Allah’ın askerleriyiz!” diye slogan atmaya kalkarsa benzer muameleyi göreceklerinden şüpheniz olmasın. Gücü elinde bulunduran iradeden bağımsız olarak kabul edilmesi gereken bir gerçeklik var:
Rejimle hesaplaşmanın yeri/tarafı kışla değildir.
Bu ülkenin halkı, aydını, siyasetçisi ve demokratik unsurları darbeler tarihinin içerisinde askerin siyasete müdahalelerinin acısını çekmiş, işkencelerden geçmiş, zindanlarda çürümüş ve katledilmiştir. Bunu bile bile “Teğmenlerin suçu Mustafa Kemal’in askeri olmaktır...” demek, konuyu ekseninden kaydırmaktır. Ayrıca o Mustafa Kemal militarist kimlikten sıyrılmak ve sivilleşmek adına da büyük çaba sarfetmiştir.
Kürt siyasetiyle ilgili duruşuyla umut vaat eden Özgür Özel’in bu konuya yaklaşımı ise şaşırtıcı ve kaygı vericidir. “O gün geldiğinde şunu göreceksin; atılan teğmenlere hep beraber kılıç töreni yaptıracağız, sonra o karara sessiz kalanların hepsini emekliye yollayacağız…” şeklindeki açıklamaları, gücü ele almayı bekleyen rövanşist bir heyecanla söylenmiş sözlerdir. Bir tarafın hakkını teslim etmeye çalışırken, diğer tarafı cezalandırmakla tehdit ediyor. Geniş perspektiften bakıldığında konjonktürün yarattığı havayla edilmiş, siyasi stratejiden yoksun kelamlar…
Kışla, bir güvenlik unsuru olarak sınırlarını bilmelidir. Siyaset yapmak isteyenler için demokratik yollar açıktır. Tarafına bakmaksızın, kışlanın siyaseten taraf olmasına müsamaha gösterenlerin demokrasiye inancı da sorgulanmalıdır. Ne olursa olsun bu disiplinsizlik, birbirlerinin veya bilmediğimiz herhangi bir odağın gazına gelen teğmenlerin ordudan atılmasını gerektirmez. Onları sahiplenmenin yolu siyasi taraf olarak konumlandırmak değildir. Okullarındaki yüksek başarıları bile affedilmeleri için bir nedendir, gençlik heyecanıyla sergilenen bir davranışın bu kadar ağır cezalandırılmaması için, siyasete alet etmeden kamuoyu oluşturulmalıdır.