Boray Acar
Neyin Bekası?
Türkiye’de ilkokul yıllarından başlanarak, adım adım, millet/halk üstü olan kutsal olguya, yani devlete tapınılması gerektiği bilinci oluşturulur insanın havsalasında. Oysa devlet, milletin/halkın örgütlenmiş biçimi olması itibariyle insanlığın bir ürünüdür. Birlikte yaşamanın koşullarını belirlemek ve korumak, milletin/halkın hassasiyetlerini ve değerlerini bu koşullara yansıtmak için vardır. Eşitleyici düstur ile işlemesi gereken bir nevi konsolidasyon mekanizmasıdır devlet. Sosyal hayatı kolaylaştırma, ortamı yaşanır kılma aracıdır. Belli olağan tehlikeler karşısında korunması gerekirken asli vazifesi korumak olandır. Gelgelelim tarihsel işleyişe bağlı olarak toplumlarla birlikte devletler de dejenere olur ve maksadını aşan işler yapmaya başlarlar. Bu dejenerasyonu perdelemek ve toplum nezdinde eleştirilerden muaf kılmak için de beka hikâyesi devreye sokulur.
Devletin eşitleyici ve dengeleyici işlevi ortadan kalktığında Gezi’de gaz ile ıslah edilirsiniz, yetmez mahkûm edilirsiniz, Akbelen’de kolluk güçlerinin zulmüne uğrarsınız. Adaletin seyrini aidiyetiniz belirler, oğlunuzun kemiklerinin çöp poşeti içerisinde elinize tutuşturulması da olasıdır. Bazen kimi kimden koruyacağı bir türlü berraklaşmayan güvenlik politikaları belirler hayatınızı, bazen de sermayenin çıkarları. Devlet denen nesne dejenere olduğunda; iş birliği içerisinde olduğu sermaye ile seçim dönemlerinde kıymete binen halk yığınları arasındaki sıkışmışlığı, bazen çaresizliği, bazen de gücü ama ekseriyetle halkını hedef alan bir gücü simgeler. İşte bu güç, geçtiğimiz hafta Suudi sermayeli bir şirketin kaçak plazasını yıktırmamak adına, seçilmiş yerel yönetimin görevlilerinin, dolayısıyla halkın iradesinin karşısına dikildi ve yıkıma izin vermedi. Kamuoyunda gürültü kopması üstüne de acele bir mahkeme kararı ile kamulaştırılan kaçak yapı, Zeytinburnu Belediyesi’ne devredildi. Konunun muhatabı Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın bu olan bitenlerden haberi vardır herhalde...
Bakan bey geçtiğimiz günlerde Fatih Çekirge ile mülakat yapmış, bakın ne diyor:
“İmar affı asla yok. Böyle bir şey bekleyerek iş yapanlar boşuna uğraşmasınlar…”
Aynı şahıs, bundan beş sene önce yine aynı makamı işgal ediyorken karşısına aldığı basın mensuplarına imar barışı yasasının detaylarını anlatıyor, mağdur vatandaşın hakkının ve hukukunun nasıl korunduğundan söz ediyordu. Devlet aynı devlet, makam aynı makam, adam aynı adam, üstelik konu da aynı konu. “Bu ülkede her şey olabilirsiniz ama rezil olamazsınız” sözü tam da bu gibi hâller için söylenmiş olsa gerek.
Her neyse konumuza dönelim; bekasını namusumuzdan fazla düşündüğümüz devletin bakanının bu açıklamaları yaptığı hafta Suudi sermayeli Akzirve firmasına ait kaçak plazanın yıkımına engel olunmasından amaçlanan ne olabilir? Eğer imar affı bundan böyle bir hayalden ibaretse kamuya ait yeşil alanda bulunan kaçak yapının yıkımına neden mâni olunuyor? Halka ait bir alanın sermaye tarafından işgaline son verilerek, bu alanın halka iade edilmesi, halkın vergileri ile istihdam edilen kolluk güçlerince neden engelleniyor? Bakan beyin bu işte bir dahli var mı yoksa farklı güçler mi devreye giriyor? Eğer öyleyse bu yetki gaspına girmez mi, bakan bey buna neden karşı çıkmıyor, sözü geçmiyorsa neden o makamı işgal etmeye devam ediyor? Cevabı bilinen bu sorular sonsuza kadar uzatılabilir...
Bugüne kadar İstanbul’a yapılan ihanetlerin (ben söylemiyorum, vaktiyle kendileri ikrar etmişlerdi) yanında bu vakıanın adı bile anılmayabilir. Ancak bu münferit hadisede sergilenen tutum genele dair fikir yürütmemize imkân sağlıyor. Şöyle ki; daha birkaç ay önce yaşanan deprem felaketinde on binlerce insanını toprağa vermiş, AFAD verilerine göre iki milyon yurttaşı çadır kentlerde, kırk bin yurttaşı da konteyner kentlerde yaşayan bir ülkeyiz. Gün geçmiyor ki “Büyük İstanbul Depremi”nden ve bunun yıkıcı sonuçlarından söz edilmesin, kenti tahliye etme planları ve felaket senaryoları üstüne konuşulmasın.
İşin kötü tarafı bu olası felaketin bertaraf edilmesi, zararın minimize edilmesi için gereken önlemlerin alınması, halk sağlığının korunması gibi bir yığın önemli madde için bilimsel doğrunun tek olduğu, yoruma kapalı bir konuda beş sene ara ile birbirine taban tabana zıt şeyler söyleyen, bu kadar yıkımın üstüne popülist politikalardan vazgeçmeyen, sorunun çözümünü mülk fetişizmi ile müteahhitin inisiyatifi arasına sıkıştıran ve halka ait alanın işgalini kahramanca koruyan(!) ve sonrasında güya meşrulaştıran bu iradeye muhtacız.
Şimdi kimlerin hataları uğruna ve neyin bekası için öleceğimizi bir kere daha düşünelim…