Hüseyin Tapınç
Kulüp ve sofra
İki hafta önce yazdığım Kulüp yazısında, bu popüler Netflix dizisini “kırık aileler antolojisi” olarak nitelendirmiş, ekrana yansıyan tüm aileleri “eksik” ve “yarım aile” olarak tanımlamıştım.
Aile meselesine toplumun temeli olarak bakan ve aile yapısının sağlamlığı ile toplum temellerinin sağlamlığını özdeşleştiren resmi ideolojinin hüküm sürdüğü bir toplumda, ekrana yansıyan ailelerin parçalanmışlığının temsiliyeti aslında bize o topluma dair önemli mesajlar veriyor.
Toplumca makbul aile türünün çocuklu çekirdek aile ya da bir nebze de olsa dedeler ve nineler ile birlikte yaşanan geniş aile olarak göründüğü bir toplumda, Kulüp ailelerinin mevcut kompozisyonu, bu ailelerin aslında toplumun temellerini oluşturmaktan uzakta konumlanan “yabancı” birer unsur olduklarını net bir şekilde ifade ediyor.
Bu toplumun temelinde aslında bu aileler yok; bu aileler bu toplumun temelini ve esasını oluşturmuyorlar. Bu aileler bu toplumun ayrık otları. Daha da ilginci, bu ailelerin hali hazırdaki mevcut kompozisyonlarına dönüşmelerinin itici gücü, toplumdaki egemen yapının kendisidir. Bu aileler, resmi ideolojinin farklı kuşaklarda izini sürebileceğimiz politikalarının birer eseridir.
Dizide Mevhibe Şahin ailesinin muhtemelen 1940’lar öncesine uzanan gizemli hikâyesi, oğlu Niko’nun Orhan’a dönüşümü ve Matilda’nın ailesi etrafında şekillenen 1942 Varlık Vergisi ve Aşkale çalışma kampı hikâyelerinin birleşme ve düğüm noktası 6 – 7 Eylül 1955 Pogromu oluyor. 1940’lar öncesinden başlayıp 1960’ların başına kadar uzanan ve gerçek olaylara dayanan bu iki sezonluk anlatı, Türkiye’deki egemen ideolojinin en önemli yansımalarını seyirci ile buluşturuyor.
Pogrom gecesi ve 1960 Askeri Darbesi’nin gerçekleştiği gece kurulan sofralar, sizi ezen ya da yok etmeyi hedefleyen güçlere karşı direnebileceğiniz anlar olarak temsil ediliyor Kulüp’te. Aslında, o sofralar sınırları önceden belirlenmiş bir dünyada kurabildiğiniz sofralar. O sofra, birbirine benzeyenlerin sofrası, seçili ailenizin sofrası.
Esas mesele, büyük toplumun sofrasına oturup oturamayacağınız gerçeği etrafında şekilleniyor. Toplum size sofrasında yer açıyor mu, açmıyor mu? Siz o sofranın asli üyesi misiniz, değil misiniz? Kulüp, bu ülkede kurulan büyük sofrada kendisine yer bulamayan Yahudilerin ve kısıtlı ölçüde de olsa Rumların sofradan uzaklaştırılmalarının hikâyesini anlatıyor.
Yahudiler, Rumlar ve bu dizide gündeme gelmeyen Ermeniler için kuşkusuz ki bu sofrada yer bulmak zor. Dizinin bel kemiğini oluşturan Varlık Vergisi uygulaması ya da 6-7 Eylül Pogromu gibi devlet destekli politikaların ve aslında kökeni çok daha öncelere uzanan bu anlayışın hedefi gayrimüslimleri olsa olsa o sofranın hizmetkârı yapmaktır. Bu ideolojinin en somut ifadesini Mahmut Esat Bozkurt’un şu cümlesinde bulabiliriz:
“Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da düşman da bilsin ki bu memleketin efendisi Türktür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.”
Bu ülkede büyük sofraya oturtulmayan, oturmasına izin verilmeyenler sadece Kulüp dizisi vesilesi ile gündeme gelen gayrimüslimler mi? Hayır; liste uzun. Listesinin diğer en önemli üyeleri Kürtler, Aleviler, ateistler, Romanlar ve şimdilerde de LGBTİ bireyler.
Bu ülkenin kuruluş ideolojisi, Türk ve Sünni Müslüman bakış açısı ile şekillendirilmiştir. Laik ve ulus devlet ülküsüne sahip olan Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun ilk yıllarından itibaren günümüze dek bu bakış açısını muhafaza etmiştir. Türkiye’nin yüz yıllık geçmişi, bu cumhuriyet anlayışının bir yansımasıdır. Cumhuriyet’in ilk yüzyılı, kimsesizlerin kimsesi olamamanın ve ötekilerin sofradan uzaklaştırılmalarının hikâyesidir.
Bu sofranın asıl sahibi olarak kendini görenler, bu toplum, cumhuriyete ve cumhuriyet değerlerine gerçekte ne kadar sahip çıkıyorlar, bu sorunun yanıtı da bir sonraki yazının konusu olsun.