Kerem Gürel
Yeni bir dünyanın anahtarı olarak Temel Vatandaşlık Geliri
Oysa ilk düğmenin yanlış iliklenmiş olabileceği gelmiyor aklımıza çoğunca. Sürekli kendimiz için yaşayıp, “Ben” için çabalamayı öğütleyen sistem alternatiflere kör kılıyor bizi. Tıpkı Voltaire’in ünlü eseri Candide’deki Pangloss’u gibi sahiden bu dünyanın mümkün dünyaların en iyisi sayacak kadar mı memnunuz halimizden? Peki bir dönem Pangloss’un öğretilerine kapılıp yaşadığı vahşetler karşısında nutku tutulup “Mümkün olan dünyaların en iyisi burası ise ötekiler kim bilir nasıldır?” diyen Candide gibi bizim de bir şaşırma eşiğimiz var mı?
On beşinde genç bir delikanlıydı Adem. Yeni çıkan bıyıkları beyaz dişlerinin üstünde kararmaya durmuş; biçimsiz burnu iki cam yeşili gözü birbirinden ayırmıştı. Yaşıtlarına göre az biraz kısaydı. Bir umut gönderildiği lisede sistemin çarkları tarafından kısa sürede öğütülmüş çoktan yaşam değirmeninin teknesinde kepek olarak ayrılmıştı. On dört dersin on ikisi zayıftı. Beden eğitimi ve resim ise diğerlerine nispet yaparcasına yüzüzerindenyüz. Tarlada kazma sallamanın, çeltik torbası taşımanın faydasını beden dersinde çokça gördü Adem. Üslü sayıları, orojenik hareketleri, Varna Savaşı’nın sonuçlarını aklında hiç tutamadı. Ama resim öğretmenini kendine hayran bırakırcasına gezdirdi kalemi beyaz kağıdın üstünde. Enfes portreler, müthiş manzaralar çizebiliyordu. Oysa bu yeteneği kurtaramadı onu. Ortalaması tutmuyor, bedensel kuvvetine, eşsiz resim yeteneğine rağmen ortalama bir öğrenci olamamanın cezasını örgün eğitim dışına çıkartılarak ödüyordu. Vasati bir öğrenci olsa şansı çok daha yüksek olacaktı.
Ama olmadı.
Eğitim hayatı iki kere okuduğu dokuzuncu sınıftan sonrasını göremedi Adem’in. Bir ara şantiyenin birinde bekçilik yaptırmışlar. Sıkılmış. Tutunamamış. Yıllar sonra bir benzinlikte rastladım. Koşarak geldi yanıma. Gelen arabaları yıkıyormuş günlüğü kırk liraya.“Nasılsın, ne var ne yok, çiziyor musun yine bir şeyler?” dedim. “Eh işte hocam” dedi. “Bazen arkadaşlar çok rica ediyor sevgililerinin portrelerini yapıyorum.”
“Açık öğretim” dedim.
“Yok hocam” dedi. “Geçti bizden artık!”
“Ekmek kavgasına düştük bir kere.”
Adem’e rastladığımın haftasında çıktı Jeff Bezos uzaya. Yanındakilerle beraber dünyanın en zengin insanı olarak. Kimi hesaplamalara göre dünyadaki nüfusun yarısının servetine denk en zengin sekiz insanın da en zengini sıfatıyla (Bir başka hesaplamaya göreyse Hz.İsa’nın doğumundan bugüne kadar her günün her saati 10.000$ kazansanız bile yine de onun kadar zengin olamıyorsunuz).
Çok ısrar etmişti Adem. “Hocam çek şöyle arabanı da fırçayla bir güzel yıkayayım” diye. Dayanmadım tamam dedim. Ayrılırken kucakladım, cebine yüz lira sıkıştırdım.
İki buçuk yevmiye.
Kovboy şapkalı seyyah
Herkesin ürettiği fayda kadar bu dünyadan nasiplenmesini isteyen çarpık sistemin nazarında Adem’in yaptığı işin yıkadığı arabaların üzerinden akıttığı kuş pislikleri kadar var mı değeri? İnsanın yaşamını bir piyasa malı haline getirdiği emeğini satmasına bağlamış, insanın değerini bu emeğin değeriyle ölçer hale gelmiş temeli bozuk, omurgası çarpık modern kapitalist sistem için Adem de yaptığı iş de çok değerli ve anlamlı değil. Adem ve onun gibi milyonlarcası sayesinde dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir insan dünyanın sınırlarını zorlamanın keyfini sürebiliyor. Daha nice keyifler gibi. Akşam haberlerinde zatı muhteremin kapsülünden çıkarılışını, kovboy şapkası ile gerine gerine yaptığı konuşmasını izliyor, bu denli zengin olmanın nasıl bir şey olduğunu hayal etmeye çalışıyoruz. “Büyük servet olan yerde büyük eşitsizlik vardır. Bir kişinin çok zengin olabilmesi için en az beş yüz fakir gerekir.” diyen Adam Smith’e hak vermemek ne mümkün!
Oysa ilk düğmenin yanlış iliklenmiş olabileceği gelmiyor aklımıza çoğunca. Sürekli kendimiz için yaşayıp, “Ben” için çabalamayı öğütleyen sistem alternatiflere kör kılıyor bizi. Tıpkı Voltaire’in ünlü eseri Candide’deki Pangloss’u gibi sahiden bu dünyanın mümkün dünyaların en iyisi sayacak kadar mı memnunuz halimizden? Peki bir dönem Pangloss’un öğretilerine kapılıp yaşadığı vahşetler karşısında nutku tutulup “Mümkün olan dünyaların en iyisi burası ise ötekiler kim bilir nasıldır?” diyen Candide gibi bizim de bir şaşırma eşiğimiz var mı?
Nüvesi Avrupa’da ortaya çıkan daha sonra evrenesel bir düşünce haline gelen Temel Gelir kavramı uzun yıllardır üzerinde tartışılan bir konu. Biz de henüz yeterince sesli tartışılmasa da pek çok ülkede perspektif değişikliğine gidilmesi yönünde ciddi çalışmalar yapılıyor. Son dönemde ismini sıkça işittiğimiz Boğaziçi Üniversitesi’nin iki kıymetli akademisyeni Ayşe Buğra ve Çağlar Keyder’in derlemelerinden oluşan “Bir Temel Hak Olarak Vatandaşlık Gelirine Doğru” isimli kitap konuyla alakalı yazılmış on makaleyi içeren dolu dolu bir çalışma. İlk olarak Temel Gelir kavramı açıklanıyor kitapta: “Temel gelir kavramı, bir toplumda yaşayan bütün insanlara, çalışma hayatındaki bugünkü veya geçmişteki yerlerinden bağımsız olarak, sadece toplumun bir ferdi oldukları için, koşulsuz olarak sağlanan düzenli bir nakit geliri ifade eder.”
İkinci Büyük Dönüşüm
Buğra ve Kayder’e göre Temel Gelir emek merkezli yaklaşımın yerini vatandaşlığı temel alan ve bütün insanları eşit fertler olarak tanıyan bir anlayış üzerine inşa edilmektedir.
Kitaptaki ilk makalede imzası bulunan -ve aynı zamanda Tellekt yayınları sayesinde dilimize kazandırılan “Temel Gelir” kitabının da yazarı olan- Guy Standing’e göre dünya çok büyük bir değişimin eşiğinde. 21.yy’da değişen bu durumu Polanyi’ye atıfla “İkinci Büyük Dönüşüm” olarak adlandırıyor Standing ve ekliyor “Temel güvence gerçek özgürlüğün esasıdır…Bir politika ya da kurumsal bir değişiklik ancak toplumda en az güvencesi bulunan gruplar için bir iyileşme sağlıyorsa toplumsal açıdan adildir.”
Temel gelir uygulamasının bütünlüklü bir sistem oluşturmak için temel görevi göreceğine dikkat çeken Standing’e göre lüksten arındırılmış, yaşamsal ihtiyaçları karşılayacak bir temel gelir herkesin yaşama aynı çizgiden başlamasını sağlayacaktır. Yapılan itirazların anlamsızlığına da değinen İngiliz akademisyen bu konunun bir maliyet meselesi değil bir öncelik meselesi olduğuna vurgu yapıyor ve Britanyalı ekonomist Barbara Wootton’un sözleri ile konunun asıl noktasına değiniyor: “Evrime yaratıcı gücünü verenler, mümkünün köleleri değil, imkansızın efendileridir.”
Kitapta yer alan bir diğer makaledeyse Ahmet İnsel modern toplumun ortaya çıkışında çalışma-fayda ikiliğinin etkisine değiniyor ve aristokratların ve din adamlarının yanında “Niteliksiz Adam” olarak kalan orta sınıfın varlığını ispat etmek için çalışma ve faydayı ön plana çıkardığına dikkat çekiyor. İnsel’e göre modern toplumda yaşama hakkına sahip olmak için bu varoluşun karşılığının bir faydaya, daha doğrusu bir fayda tasarımına tekabül etmesi gerekmektedir. Herkesin ürettiği fayda kadar tüketme hakkına sahip olduğu genel kabülü üzerinden varolan bu modern sistemin insanların ellerine tutuşturulan teknolojik emziklerle, yapay gündemlerle perdelenmesi artık mümkün değil. (Sistem herkesin ürettiği fayda kadar tüketme hakkına sahip olduğunu iddia ediyorsa eğer 3 yaşındaki F.S.’nin bir dakikada otuz altı kez “Annecim” diyen ebeveyninin milyonlarca kez izlenen oyuncak sergileme videolarından elde ettiği kazancı ya da yeni aldığı teknolojik cihazın kutu açma videosundan on binlerce lira kazanan ergenin toplumsal faydasını nereye koymalı, nasıl değerlendirmeliyiz?)
İmkansızın efendileri
Yapay zekâ ve insansı robotların şekillendireceği bir dünyada gelecek için endişe duymamızı gerektiren tek gerçek küresel ısınma değil. Seksen ve doksanlı yıllarda ekranlarda sıkça rastladığımız bir deri bir kemik kalmış Afrikalı çocuklar ve benzer kaderde olanlar silinmedi dünyadan. Dünya hâlâ bazıları için cehennem olmaya devam ediyor. Uzay yolculuğundan dönen Bezos başında kovboy şapkası ile kameralar karşısında şen kahkahalar atarken arşivler kendilerine haksızlık yapıldığını, emeklerinin sömürüldüğünü söyleyen Amazon işçilerinin iddialarıyla dolmaya devam ediyor. Dünya hiç bir zaman cennet olamayacak kadar potansiyel kötülükle, haksızlıkla ve emek sömürüsyle dolu. Ancak Adem gibi sistemin çarkları arasında ezilip sahip olduğu becerileri bile kullanamayan milyonlar için diğerleriyle birlikte benzer bir noktadan yarışa başlayabilecek olmak bile büyük bir avantaj olacaktır. Bu açıdan Standing, İnsel ve daha pek çok akademisyenin konuyla ilgili makalelerinin bulunduğu bu kitabı önemsiyor; -Wootton’a atıfla- mümkünün köleleri değil imkansızın efendileri olmak için çaba harcayabileceğimize; -Voltaire’in Pangloss’u kadar iyimser olamasam da- aynı güneşin altında hiç bir zaman tam anlamıyla adil olamayacak bir dünyada bir nebze olsun zengin-fakir makasının kapanabileceğine inanıyorum. Yeter ki bu konuyu daha çok gündeme getirip sistemin delik deşik olmuş, kurtlanmış, çürüyen cesedine bakabilecek cesarette olalım.