Ağyokuş’tan Aşağı

                Baharın kendini yavaş yavaş hissettirmeye başladığı böylesi ılık günlerde yolunuz tarihi İpek Yolu’nun önemli merkezlerinden biri olan Gaziantep’e düşerse yörenin en eski yerleşim yerlerinden biri olan Keferdiz’e (şimdiki adı Sakçagözü) uğramamazlık etmeyin. D400 karayolunu kullanarak Antep merkezden batıya doğru yapacağınız yaklaşık elli dakikalık yolculukta 1100 rakım tabelasını gördükten sonra yöre halkının Ağyokuş (Akyokuş) dediği bol virajlı yoldan aşağı doğru inmeye başlarsınız. İndikçe sizi önce ufka uzanan bir yeşil denizi karşılar. Mezopotamya’nın kadim topluluklarına ev sahipliği yapmış bereketli toprakları barındıran Nurdağı Ovası’dır burası. Baharla birlikte yeşilin binbir tonuna bürünen bu geniş ova yaza doğru sararacak ve Yaşar Kemal’in “Sarı Sıcak” dediği hale bürünecektir. Tarihi prehistorik döneme kadar uzanan bu coğrafyanın arkeolojik değeri ancak 19.yy’ın sonunda anlaşılabilmiş, yöredeki kazı çalışmaları bizzat Kaplumbağa Terbiyecisi resmiyle tanıdığımız ilk müzeci ve arkeoloğumuz Osman Hamdi Bey tarafından başlatılmıştır. İnsanoğlunun tarım yapmayı öğrendiği, ilk köylerin, ilk şehirlerin, ilk krallıkların doğduğu Mezopotamya’nın bir parçası olan bu coğrafya binlerce yıldır insanları besliyor, doyuruyor. Aynı zamanda çiftçiliğin de doğduğu yerlerler buralar.

                Toprağın bereketi, suyun cömertliği, demirin azameti, yazının kerameti burada anlaşıldı.

                Ufukta maviyle birleşen yeşili, rüzgarla salınıveren sarısıyla Nurdağı Ovası’nın bir başka tarihi yerleşim yeri de Karahöyük’tür. Bugün Antep ve çevresinde tarım konusunda ileri bir noktaya ulaşmış olan Karahöyük (bugünkü adıyla Gedikli) binlerce yıllık deneyimin imbiğinden süzülen tarım bilgisini gelecek kuşaklara aktarmaya hazır. Pek çok yerde olduğu gibi burada da çiftçilik bir meslek, bir para kazanma yolu değil sadece, akıp giden hayatın ta kendisi. Toprak, yöre insanı için sofrasındaki ekmek, harcadığı emek, alnındaki ter demek.

                Bu misafirperver köyün bazen açılan bazen kapanan kahvesinde denk gelirseniz Ahmet Ağa’nın da bir çayını için derim. Yörede “Ede” olarak tanınan Ahmet Ağa lüzumundan fazla konuşmuyor ancak yüzündeki çizgiler, elindeki nasırlar, seyrelmiş kır saçları soframıza gelen buğdayın, mısırın, biberin ne meşakkatle üretildiğini anlatıyor adeta bize. Kendi sardığı Adıyaman tütünü sigarasından bir nefes çekip anlatıyor. Kendini bildi bileli toprakla iç içe olmuş. Onun için toprağı evinden, aileden biri gibi olmuş her zaman. On iki kardeşten sonra kendine kalan toprağında ter akıtmadık yer bırakmamış. Bu yaşında bile hâlâ Antep’in acımak bilmeyen Güneş’i altında teni kavruluyor, sırtı terliyor; gecenin ikisinde yatağından kalkıp su sırasını kaçırmamak için tarlasına koşuyor kör karanlıkta. Bir de ortağı var, Abdullah Amca. Yöredeki namıyla Abik Emmi. İkisi de tüm çocuklarını evlendirmişler. İkisi de yaşlılara bırakılan, yalnızca yazın bir kaç ay çocuk seslerinin yankılanabildiği bu köyde eşleriyle, bir kör oğlu bir ayvaz yaşayıp gidiyorlar. Bunca yıl bu topraktan doymuşlar. Bu toprakla ev ocak kurmuşlar. Çocuklarını evlendirmişler. Kızlar, erkekler yuvadan uçmuş gitmiş, onları doyuran ana-baba da toprak da burada kalmış.    

                Yalnızlığa hiç dem vurmuyor Ahmet Ağa. Hâlâ elinin ekmek tutmasından, tarlasının başında, toprağının kıyısında olmaktan gururlu. Ama belli ki yorgun… En büyük yorgunluğu şehir insanının katlanmak istemeyeceği o yakıcı güneşin altında akıttığı terin karşılığını alamamasından. Emeğinin artık para etmemesinden. Uzun uzun eskiyi anlatıyor. Konuşurken gözleri uzaklara dalıyor, sesi tavanda asılı pervanenin sesine karışıyor. Eskinin bereketini, bolluğunu anlatıyor. Şimdi tohumuna, gübresine ayrı, ilacına ayrı para yetiştirmek zorunda. Her yıl kredi çarkına girmeli. Çiftçinin borçtan kurtulup azat olmasını istemeyen sistem onu da prangalıyor. Bu yıl Abik Emmi’yle ortaklığa bir fasıla vermişler. Onca emeğin heba olmasının yarattığı yorgunlukla tarlasının büyük kısmını icara vermiş. Yetmiş yıla yaklaşan bu çiftçilik öyküsü mazotun, gübrenin, ilacın fiyatının bunca yükseldiği dönemde  bir yardım eli uzanmayışıyla bu noktaya getiriliyor. Ahmet Ağa dile getirmese bile güneşten kavrulmuş yüzünde, kadidi çıkmış ellerinde ve yorgun bakışlarında “Köylü milletin efendisidir” anlayışından uzaklaşmanın ve küresel tarım şirketlerinin insafına bırakılışın çaresizliği ve kırgınlığı var.

•••

                Ahmet Ağa bu topraklarda yaşayan milyonlarca tarım emekçisinden biri sadece. Yetmiş yılı aşan ömrünün neredeyse her günü toprakla geçmiş. Onun yetiştirdiği buğday, mısır, biber… türlü çeşit sofralarda katık olmuş. Kahvedeki televizyondan aynı haberi izliyoruz. Hani şu her şeyi toz pembe gösterenlerden. Oysa tüm dünya yaşanılacak bir gıda krizine hazırlıyor kendini. Bazılarının çuvala sığdırmaya çalıştığı gerçeğin mızrağı baş veriyor nicedir. Çiftçiyi üretimden koparan siyaset bir yandan tarımsal üretime darbe vuruyor. Diğer yandan her yıl milyonlarca ton gıda çöpe gidiyor. Şuurunu yitirmiş esrime halindeki insanlar gibi bir yandan çiftçinin boğazını sıkarken diğer yandan şımarıkça israf ediyoruz. Birleşmiş Milletler Gıda İsrafı Raporu’na göre Türkiye’de her yıl 7,7 milyon ton yiyecek çöpe atılıyor. Bu durum bize has değil tabii ki. Hindistan’dan ABD’ye, Endonezya’dan Brezilya’ya her yerde yaşanıyor. Yazar Yiğit Ahmet Kurt kaleme aldığı “Çirkin Meyve, Tipsiz Sebze Yoktur; İrrasyonel İnsan Vardır” yazısında tam da bu noktaya temas ediyor ve çarpıcı örnekler veriyor.

                “Yaşadığımız dönemin insanları olarak, dünyanın gelmiş-geçmiş ve hatta gelecek tüm kuşakları arasında en şımarık kuşağı olduğumuzu iddia etme cüretini verebilen birçok veriye sahibiz.” diyen Kurt, bizi hem sırf şekli zihinlerimize empoze edilen güzellik ideasına uymadığı için çöpe giden meyve ve sebzelerin neden olduğu ekonomik kayıp konusunda hem de ihtiyaçtan fazla alınıp buzdolabında çürümeye bırakılan meyve ve sebzelerle neden olunan israf konusunda uyarıyor.* Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü de hazırladığı internet sitesi üzerinden bu konuya dikkat çekiyor ve “Çirkin meyve ve sebzeleri sevmek çevre, ekonomi ve #SıfırAçlık dünyası için neden iyidir?” sorusuna açıklamalar getiriyor.**

•••

                Tarım yazarı Ali Ekber Yıldırım ise kısa sürede üçüncü baskıya ulaşan “Yeni Tarım Düzeni” kitabında tarımla ilgili giderek yaygınlaşmaya başlayan iki uç düşünceye dikkat çekiyor. Bu görüşlerin ikisi de tarımın köylülere bırakılamayacak kadar önemli olduğu iddiasında. Düşüncelerden ilki daha fazla üretim, daha fazla verim için tüm tarımsal faaliyetlerin şirketlerin eline bırakılması gerektiğini savunurken, daha marjinal olan ikinci düşüncede tüketicinin inisiyatifi ele alması ve kendi ihtiyacını kendisi üretmesi çağrısı yapılıyor. İki düşüncenin de yanlışlığına vurgu yapan Yıldırım “Köylülerden, çiftçilerden kurtulmak değil, onların birikimini gelecek kuşaklara taşımak önceliğimiz olmalı” diyor.

•••

                Köy kahvesinden birlikte çıkıyoruz Ahmet Ağa’yla. Evine davet ediyor. Yolda daha önce görmediğim dikenli bir bitkinin kalın dallarından birini koparıyor. Kabuğunu soyup bana uzatıyor. Buna bizimkiler “Kerbaş derler ama aslı kangaldır” diyor. Hayatımda ilk kez tadıyorum. Salatalığa benziyor tadı. Bir kaç dakika sonra evine varıyoruz Ahmet Ağa’nın. Bahçede karısı ve kızı akasya ağacının altında oturmuşlar. Buyur ediyorlar. Firdevs Hanım komşu köyden gelin gelmiş buraya. Çiftçi olmanın artık ne denli zor olduğuna dair koyu bir sohbete dalıyoruz. O ara Ahmet Ağa elinde bir bal kasesi ile geliyor yanımıza. Aynı zamanda arıcılık da yapıyormuş. Tadına bakıyoruz, bal çok lezzetli ancak tarım ilaçları bal üretimini iyice zora sokmuş. Antep merkezden anne-babasını kısa süreli ziyarete gelmiş evin küçük kızı. Menengiç kahvelerimizi yapıyor. İçtikten sonra müsade istiyoruz.

                Geldiğimiz yoldan Antep merkeze dönerken bir kez daha Akyokuş’tan aşağıya bir deniz gibi uzanan bu bereketli kadim topraklara bakıyorum. Tüm zorluklara, tüm yalnız bırakılmışlıklarına ve  insanların bitmek bilmeyen “şımarık” tüketim çılgınlıklarına inat hâlâ üreten, toprağa yüz çevirmemiş bu insanların emeğini saygıyla anıyor; tarımın başladığı bu kadim coğrafyada neden tarımda kendi kendine yeten bir ülkeden gıda kriziyle baş etmeye çalışan, pahalılıktan dert yanan insanlar haline geldiğimizi anlamaya çalışıyorum

*

**

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi