Kerem Gürel
Kalmanın Pişmanlığı ve Gitmenin Bedeli Üzerine Bir Deneme
“Evleri istasyonun az ötesindeydi. Çocukluğu tren rayları, traversler arasında geçmiş; kömürlü trenlerin dumanlarından, dizel motorların homurtularına akıp giden zamanda o da kök saldığı toprakta yaşlanmış; bir ömrü doğup büyüdüğü bu kasabada tüketivermişti (Sanki yedeği varmış gibi). Zamanla hangi trenin nereye gideceğini, hangi saatte geçeceğini ezberleyiverdi. En büyük zevkiydi tepeye tırmanıp ufukta kaybolana kadar giden trenleri izlemek, koca bir adam olduğunda bile. Herhangi bir trenin herhangi bir vagonunda olduğunu hayal ederdi böyle zamanlarda. Gökyüzünün altında homurtular saçan, puflayan, tıslayan bu trenlerin nereye gittiğinin bir önemi yoktu aslında. Önemli olan gitmesiydi. Gidilecek, görülecek ne çok yer vardı ya şu koca dünyada. Askerlik için Ankara’ya gitmişti de, yılan gibi raylardan akıp giden trenleri görünce aynı hayal aklına düşüvermişti uzun zaman evveli.
Nereye giderdi bu dizi dizi vagonlar?
İçindekiler kimlerdi?
Gittikleri için mutlular mıydı, yoksa yanaklarından yaşlar mı süzülüyordu sessizce?”
Bu biraz da bizim hikayemizdir aslında. Zira çok eski bir meseledir bu, kâlû belaya dek uzanan. Gitmekle kalmak arasındayızdır kimi zaman. Gidecek olmanın tedirginliği ile kalmanın pişmanlığı arasında savrulur dururuz.
Gitmek, devrimci bir tavırdır. Kendiyle hesaplaşmanın bir sonucudur. Bedel ödetir. Kaldıramaz her yürek. Uzayın sonsuz ve karanlık bilinmezine açılan roketlerin en büyük çabayı yeryüzünden kopmak için harcamasına benzer. İlk kopuş, her zaman zordur. Valize sığmaz çünkü her şey. Bruno Catalano’nun heykelleri gibi. Bir şeyler hep eksiktir gidende.
Peki ya kalan... Kalan için de zor değil midir? Giden alabildiği, sığdırabildiği kadar anıyı alır gider. Kalan içinse her koku, her duvar, her köşebaşı bir anı yığınağıdır artık. O hep kullandığı yastık çarpar gözüne bazen; şurada içilen kahve, burada dizini yaraladığı merdiven, her zaman ayağının takıldığı eşik...Her eşya konuşur kalanla. Anlatır sana dinlemek istersen. Dinleyen bazen bir evlattır; ana babaya, kardeşlere, o güzel günlere duyulan özlemle harmanlanmıştır anılar. Toz ve naftalin kokan odalarda, güneş demetlerinin sakince süzüldüğü anlarda akan bir nehrin kenarında gibi kalakalır insan. Her şey akıyordur kalan dışında. Bazen kır saçları, kırışık ve damarlı elleriyle bir ana baba olur bu, kalanlı bölmede. Herkes yaşama farklı bir yerden tutunmuş, uçuvermiştir. Duvarda yankılanır çocukların şen çığlıkları.
Kalan için her zaman ağırdır bu yük. Ama yazdan kışa daha bi ağırlaşır sanki. Kışın yağmuru, çamuru, soğuğu daha fazla üşütür anılar sağanağında, kalanların yüreğini.
Edebiyattan sinemaya pek çok yerde karşımıza çıkar aslında gidenler ve kalanların öyküsü. Bazen “Güle Güle” filminde çıkar karşımıza, Bozcaada’nın sıcacık atmosferinde. Klasik bir kalan olarak İsmet (Zeki Alasya) vardır karşımızda. Ekibi toplamıştır; hepsi kendi gibi kalanlardan müteşekkil. Tek gayeleri vardır artık. Gitmek isteyen Galip’i (Metin Akpınar) sevdiği kadına kavuşturmak.
Bir başka filmde, The Bridges of Madison County ‘de karşımıza çıkar kalan-giden hikayesi. Orta yaşların olgunluğunda dingin bir hayat yaşayan Francesca (Meryl Streep) kocası ve çocuklarını şehre, tarım fuarına yolladığında yaşayacaklarından habersizdir pek tabii. Şans eseri tanıştığı Robert’la ( Clint Eastwood) geçirdiği üç gün ve yaşadığı kaçamak aşk, kendi dışında birini tanıtmıştır ona. Giden Robert ve kalan Francesca’nın öyküsünü izlersiniz iki usta oyuncudan unutulmaz bir final sahnesiyle.
Yalnız sinema değil tabii, edebiyat da çok sever bu ikilemi. Yusuf Atılgan’ın “Zebercet”i de bir kalandır mesela. Tıpkı babadan miras oteli işleten Mürşit gibi Ayfer Tunç’un “Dünya Ağrısı” romanında. Ya da o güzel anlatımıyla son dönemin önemli öykücülerinden Melisa Kesmez’in “Kızkardeşim Handan” öyküsünde rastlarız giden-kalan diyalektiğine. Giden ama varmak istediği yere bir türlü ulaşamayan, hayatı olmamışlıklar silsilesi haline gelmiş Aliye’nin, kalan Handan’a bakışını anlatır sıcacık diliyle. (Nohut Oda, İletişim Yayınları). Bir başka kitapta bir başka kalan çıkar Nazan Bekiroğlu’nun kaleminde Mücella olarak karşımıza. Hayat usulca akmış ama çok az dokunmuştur ona.
Buket Uzuner de değinir bir kitabında bu konuya ve şöyle der:
“Gitmek ve kalmak, ateş ve baruttan beterdir. Yani, ya gidersiniz, ya kalırsınız. Çünkü ikisini bir arada yapmak diye bir şey yoktur, olmamıştır, olmayacaktır...Gitmek merak etmektir, riski göze alabilmektir. Gitmek, radikal bir değişim cesaretidir...Kalmak güçtür. Kalmak, kabul etmeyi veya kalınan yeri değiştirmeyi gerektirdiği için güçtür. Kabullenmek, kendi karakterini yaşayamamak tehlikesi barındırır içinde ve bu tehlike kederli bir renk katar kalmak eyleminin duruşuna. Kalınan yeri değiştirmekse, bir terzinin bir elbiseyi düzeltmesi kadar çileli bir iştir. Bütün terziler yeni bir kumaştan taze bir elbise dikmeyi tercih ederler.” (New York Seyir Defteri, Everest Yayınları)
Kalmak daha yeğ tutulmuştur bu toplumda sanki. Giden sivrilmiş, bencillik etmiştir belki de toplum nazarında. Kalan daha bir özverili, daha bir diğerkam görülür. Onun içindir belki de TDK deyimleri arasında gitmekle ilgili olanların sayısı 164 iken, kalmakla ilgili olanların sayısının 245 oluşu.
Gitmek de kalmak da bir seçimdir aslında. Sadece gideni değil, kalanı da yarım bırakan. Bruno Catalano’nun heykelleri gibi... Ve yaşam dediğimiz şey de seçimlerimiz değil midir? Kalanın da gidenin de sermayesi sığdırabildiği, saklayabildiği kadar anılardır diye yazıyor ve bitiriyorum yazıyı, bir kalan olarak, tam da fonda Erdal Güney’in enfes bestesi “Gitmek ve Bekleyiş” çalarken.