Kerem Gürel
İnsanların umuduna kıymayın efendiler!
Tüm acıların, hastalıkların dünyaya dağıldığı kutuda “Dışardaki kötülüklerle ancak ben baş edebilirim” diyen küçük bir kelebekti umut. Bir insanı öldürmek için bedenini yok etmeniz gerekmez her zaman efendiler. Umutlarını çaldığınızda, o minik kelebeği boğduğunuzda da ölüverir insanlar. Sokaklar, caddeler bedenini sürükleyen ruhu ölmüş insanlarla dolar. Onların cenaze namazı kılmaz, selası okumazsınız. Duymazsınız seslerini. Öldüğünden haberiniz bile olmaz. İnancınız gereği onların hâlâ yaşadığını düşünür, sabır öğütlersiniz.
Yunan mitolojisinin en ilginç karakterlerindendir Pandora. Bütün tanrıların armağanı. Prometheus ateşi çalmıştı ya Zeus’tan, işte o zaman kızdı, köpürdü, hiddetlendi tanrıların babası. Tez çağırdı becerikli Hephaistos’u. Bir parça toprağı suyla karıştırıp içine insan sesini, insan gücünü koyup yüzü tanrıçalar kadar güzel bir varlık yaratmasını istedi. Ve diğer tanrıların da katkı yapmasını...
“ ‘Athena, sen de ona el işlerini öğret dedi, renk renk kumaşlar dokumasını öğret. Nur topu Aphrodite, sen de büyülerinle kuşat onu, istekler, arzularla tutuştur gönlünü. Yüz gözlü devi öldüren Hermeias, sen de bir köpek yüreği, bir tilki huyu koy içine’. Böyle dedi Zeus, onlar da yaptılar dediğini: Koca Hephaistos, topal tanrı hemen bir kız biçimine soktu toprağı. Gök gözlü Athena süslü kuşağını sarıverdi beline. O canım Kharitler ve o güzelim Peitho altın gerdanlıklar taktılar boynuna. Horalar bahar çiçekleriyle donattılar saçlarını, Hermeias doldurdu göğsüne yalanı dolanı, uzaktan gürleyen Zeus'un oluyordu isteği. Ses koydu içine o tanrılar kılavuzu ve Pandora adını taktı. Pandora demek bütün tanrıların armağanı demekti, çünkü bütün Olymposlular insanların başına bela etmişti onu. Tanrıların babası kurunca bu düzeni, Epimetheus'a gönderdi Pandora'yı kılavuz tanrı Hermeias'la. Epimetheus unuttu Prometheus'un dediğini: Zeus'tan armağan alma demişti ona Prometheus, alırsan, ölümlüleri derde sokarsın demişti. Armağanı aldı ve alınca anladı başına bela aldığını. Eskiden insanoğulları bu dünyada dertlerden, kaygılardan uzak yaşarlardı, bilmezlerdi ölüm getiren hastalıkları. Pandora açınca kutunun kapağını, dağıttı insanlara acıları, dertleri. Bir tek umut kaldı dışarı çıkmadık kapağı açılan dert kutusundan. Umut tam çıkacakken Pandora kapamıştı kapağı, böyle istemişti bulutlar devşiren Zeus. O gün bugündür insanların başı dertte, toprak bela doludur, deniz bela dolu, geceler dert doludur, gündüzler dert dolu, belalar başıboş dolaşır sessizce ölümlülerin çevresinde, derin düşünceli Zeus ses vermedi onlara sessizce gelişlerini duymasın diye insanlar.” (Azra Erhat, Mitoloji sözlüğü)
Biraz daha sabır!
Tüm acıların, hastalıkların dünyaya dağıldığı kutuda “Dışardaki kötülüklerle ancak ben baş edebilirim” diyen küçük bir kelebekti umut. Bir insanı öldürmek için bedenini yok etmeniz gerekmez her zaman efendiler. Umutlarını çaldığınızda, o minik kelebeği boğduğunuzda da ölüverir insanlar. Sokaklar, caddeler bedenini sürükleyen ruhu ölmüş insanlarla dolar. Onların cenaze namazı kılmaz, selası okumazsınız. Duymazsınız seslerini. Öldüğünden haberiniz bile olmaz. İnancınız gereği onların hâlâ yaşadığını düşünür, sabır öğütlersiniz. “Her şey bir sınav, ödülün büyük olacak. Biraz daha sabır!” dersiniz sırça köşklerinizden. Oysa parıldayan güneşe rağmen onlar kapkara sabahlara uyanıyorlardır. Siz demli çayınızı yudumlayıp günlük kazancınız için Benjamin’i takip ederken onların kısık sesi karışır havaya. Ve dillerinde hep o iki dize vardır:
“yaşamak ağrısı asıldı boynuma/ oysa türkü tadında yaşamak isterdim.”
Türkü tadında yaşayamadan, güneşin sıcağını teninde hissedemeden, bir yudum çayı dahi endişesizce içemeden; kaygıların boğup bıraktığı bir gelecek telaşı ile çoktan mevta olmuş bir umudu içlerinde çürüterek yaşıyor bu insanlar. Yarının bugünden bir farkı kalmadı nicedir onlar için. Kendileri yaşayamadıkları dünyayı evladım bari rahat yaşasın diye çabayla tükettiklerinde dönüp baktılar arkalarına, geride simsiyah bir karanlık. Bir hiçlik. Tıpkı önlerindeki gibi.
Baharın geleceğini zannederek zemheride çiçeklenen erik ağacı gibi yanıverdi umutları. Meyve veremezler artık. Bunca çürümenin ortasında nasıl sağlam kalır kökleri? Nereye tutunsunlar devrilmemek için? Kökü çürüyen, çiçekleri yanan ağaçlarla dolu bir bahçede baharı da yazı da göreceğinizi mi sandınız?
Umudun Ölümü
“Bir keresinde, geleceğe inancın yitirilişiyle bu tehlikeli pes ediş arasındaki yakın ilişkiye dair dramatik bir olaya tanık oldum.” diyor Victor Frankl “İnsanın Anlam Arayışı” kitabında. Nazi toplama kampında beraber kaldığı arkadaşı F. bir gün rüyasını anlatır nörolog ve aynı zamanda psikiyatr olan Frankl’a:
“Sana bir şey anlatmak istiyorum, Doktor” der. “Garip bir rüya gördüm. Rüyamda bir ses, bir şey isteyebileceğimi, bilmek istediğim şeyi söylememin yeterli olduğunu, ne sorarsam sorayım yanıt verebileceğini söyledi. Ne sordum dersin? Savaşın benim için ne zaman biteceğini sordum. Ne dediğimi anlıyorsun: Benim için! Kampımızın ne zaman özgürlüğe kavuşacağını, acılarımızın ne zaman biteceğini bilmek istedim.”
“Rüyandaki ses ne dedi” diye sorar doktor. “30 Mart” diye fısıldar adam.
“F., bu rüyayı bana anlattığında hâlâ umut doluydu ve rüyadaki sesin doğru çıkacağına inanıyordu. Ama vaat edilen gün yaklaştıkça, kampa ulaşan savaş haberleri, o gün özgür olmamızın pek de olası olmadığını gösteriyordu.” diyor Frankl.
Ve ardından F. için yok oluş süreci başlar. 29 Mart günü ansızın ateşlenen F., 30 Mart günü bilincini yitirir. 31 Mart günü ise ölmüştür artık.
Bu olay üzerine şu tespiti yapar ünlü psikiyatr:
“Bir insanın ruhsal durumuyla -cesareti ve umudu ya da bunların bulunmayışı- vücudunun bağışıklık durumu arasında ne kadar yakın bir ilişki olduğunu bilenler, umut ve cesaretin birdenbire yitirilmesinin öldürücü bir etkisi olabileceğini anlayacaktır.”
Nazım’ın o bilindik dizelerinden esinle bitirelim.
“İnsanların umuduna kıymayın efendiler. Bir yudum çayı endişesizce içebilsinler.”