Kerem Gürel
Haneden Eve, “Yuva”dan Dört Duvar Arasına Dönüşen Evler
Oysa el değmedik, bozmadık hiçbir şey bırakmamaya kararlı vahşi tüketim kapitalizmi ve neoliberal dünya görüşü evin içindekileri değiştirdiği gibi, zihinlerdeki ev algısını da değiştirmektedir. Aşırı tüketimin insanda yarattığı hafızasızlık, kullanılan eşyalar gibi mekâna da yansımaktadır.
Ablamla yıllarca, güneşin kızıl bir gülle gibi ufka yöneldiği yaz akşamlarında, işten dönen babamı karşılamak için ana yolun kenarına gider; amcamın berber dükkânının kıyıcığında servisten inmesini beklerdik. Dönüş yolunda kimi zaman Kadir Abi’nin manav dükkanına uğrar, şimdi artık nostaljik bir nesne muamelesi gören siyah karpuzlardan alırdık.
Akşam yemeklerimizin saati hep aynıydı. Altı. Duvarda babamın yeni alıp astığı ve bir süre evde heyecan dalgası yaratan sarkaçlı saatin altı kez titreşen telleri akşam yemeğinin de zamanını duyururdu. Yer sofrasında beraberce yenen yemeklerde “Yok ben aç değilim.”, “Sonra yerim.” gibi mazeretlerin sözünü bile etmezdik. Bazen bir muziplik yapar güldürüverirdim sofradakileri. En son karpuz gelirdi önümüze. Ekmekle yemek evlaydı. Karnımız daha iyi doyardı.
Aradan geçen zamanda yıllarca devam eden bir rutinin içinde kaldığımı ama hiçbir zaman bundan sıkılmadığımı fark ettim. Bir Buket Uzuner öyküsündeki o “Sıkıcan Efendi” gibi değildim yani. Beraber oturulan sofraların yerde veya masada olmasının ya da önümüze gelen yemeğin niteliğinin çok da önemli olmadığını, aslolanın sofraya “beraber” oturabilmek olduğunu yıllar sonra daha iyi anlıyor insan.
Ana rahmi gibidir ev
Ev benim için her zaman kutsal bir mekân olmuştur. İnsan dışarıda her türlü zorlukla karşılaşabilir, yıpranabilir, yorulabilir. Ancak dönebileceği bir evi varsa ve o evde kendini huzurlu ve güvende hissediyorsa karşılaşabileceği zorluklara karşı her gün yeniden tazelenir, güçlenir. Uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından yatağınıza uzanıp yorgunluğunuzu atabildiğiniz yahut yağmurun sırılsıklam yağdığı bir gecede sığındığınız, kurulanıp sıcak kahvenizi yudumladığınız yerdir eviniz. Mekânın Poetikası’nda Gaston Bachelard ev için: “Ev, insan yaşamında, kazanılmış şeylerin korunmasını sağlar, bunları sürekli kılar. Ev olmasaydı, insan dağılıp giderdi. Ev, insanı gökten inen fırtınalara karşı olduğu gibi, yaşamında yaşadığı fırtınalara karşı da ayakta tutar...Yaşam güzel başlar; evin kucağında kapalı, korunmuş ve sıcacık.” der.
Bir başka yazar Köksal Alver ise “Siteril Hayatlar” isimli kitabında evi insanoğlunun ilk yurduna, ana rahmine benzetir: “Biçimi ve nitelikleri ne olursa olsun ev, ana rahmini çağrıştırır. İnsanı sarıp sarmalayan, koruyan, besleyen, tüm tehlikelerden uzak, emin bir yerde büyüten ana rahmi gibidir ev.” der.
Handen Ev Haline
Oysa el değmedik, bozmadık hiçbir şey bırakmamaya kararlı vahşi tüketim kapitalizmi ve neoliberal dünya görüşü evin içindekileri değiştirdiği gibi, zihinlerdeki ev algısını da değiştirmektedir. Aşırı tüketimin insanda yarattığı hafızasızlık, kullanılan eşyalar gibi mekâna da yansımaktadır. Eve dair bu algı değişimine vurgu yapan Seyhan Kurt dikkat çeken kitabı “Haneden Ev Hâline”de geleneksel Türk Evi’nden modern (!) zaman evlerine olan dönüşümü çarpıcı örnekler ve yalın bir anlatımla okuyucuya sunmayı başarıyor. Geleneksel Türk Evlerinin vazgeçilmez bölümlerinden biri olan “sofa”ya dikkat çeken Kurt, Fransızların “salle à manger”sini anımsatan sofaların, 1960’lara gelindiğinde, modernist mimarî anlayışların gereklerine uyularak, küçülen evlerde, daha fazla yaşam alanının sağlanması amacıyla yerini evin arteri konum ve işlevindeki antreye (dolayısıyla koridora) terk edişine değinir ve ekler: “Apartman konutlarındaki bu koridorlar, sofanın işlevinden bütünüyle ayrıydılar ve evin diğer odalarını birbirinden ‘yalıtıcı’ etkisiyle hane içi ilişkilerin bireyselleşmesine katkı sağladı.”
Beraber oturulan sofralardan herkesin farklı zamanda ve (tabağını eline alıp) kendi odasında yemek yemeyi alışkanlık haline getirdiği modern(!) zamanlara evrilmemiz, aile içi ilişkilere hiç olmadığı kadar zarar veriyor; akıllı telefon ve tabletler, kulaklıklar vb. kişiselleştirilebilen ve bireyi bulunduğu ortamdan kolayca soyutlayabilen teknolojiler soğuğa, sıcağa, hırsıza bilumum tehlikeye karşı koruma altına aldığımızı düşündüğümüz evlerimizi “birlikte ama yalnız” bireylerle dolu safi dört duvar arasına dönüştürüyor olabilir. Çocuklar hali hazırda bu modern (!) yaşamın zorunlu bir sonucu olarak zaten sokaktan kopartılmışlardı. Şimdi pandemi ve bireyci yaşam felsefesi kol kola onları “evin içinde ama evde değil” bir hayata sürüklüyor.
“Kafes ev”, “Tabut ev” ve diğerleri
Yaşama dair ne varsa sistemin tezgahından geçmek zorunda. Son kurbanlardan biri olan evlerimiz önemli bir değişim içinde. Bazı topraklarda ise ev kavramı çoktan bambaşka bir şeye dönüşmüş durumda. Tüketimin, üretimin, kapitalizmin geceleri ışıl ışıl parlayan gökdelen manzarası ile adeta başkenti addedebileceğimiz Hong Kong’dan arka sokaklara sıkışıp kalmış ev (ya da belki evimsi dememiz gerekir) manzaraları bugün etkilerini yavaş yavaş hissetmeye başladığımız bu acımasız dönüşümün hangi noktalara ulaşabileceğinin en acı örneklerinden biri sanırım. Yoğun göç ve yerleşmeye uygun arazi kıtlığı nedeniyle konut fiyatlarının hayli yüksek olduğu Hong Kong’da ışıltılı gecelerin karanlıkta kalan tarafına denk geliyor kafes evler. Evden ziyade askeri bir koğuşu andıran, mutfak ve tuvaletlerin ortak kullanıldığı bu alanlar sığınılacak son liman. Yirmi yıldır böyle bir kafeste yaşayan Chung Yin Leung aylık 150 euroya tekabül eden emekli aylığı ile ancak buraya sığınabilmiş. Yetmiş yaşına ulaşan Leung’un DW Türkçe Youtube kanalında yayımlanan röportajındaki son sözleri ise mevcut düzenin insanlar üzerinde yarattığı tahribatın özeti sanki: “Hiçbir dileğim yok. Sadece ölmeyi bekliyorum.”
Benzer şekilde Japon mimar Kisho Kurokawa’nın tasarladığı ve her biri yaklaşık 10 metrekarelik alan sağlayan mikro yaşam alanlarından oluşan Nakagin Kapsül Kulesi ya da yine Hong Kong’da karşılaşabileceğiniz bir dairenin yasadışı şekilde en fazla 12 metrekarelik yaşam alanlarına bölünmesiyle elde edilen tabut evler insanlığın yaşadığı erozyonun canlı birer örneği.
Seyhan Kurt, Ziya Osman Saba’nın “Beyaz Ev” şiirine vurgu yaparak şiirde anlatılanın korkuya, kuşkuya, incinmeye karşı bir huzur ve kentin karmaşasına karşı bir sığınak olarak benimsediğimiz, geçmişimizin ince nakışlarını herhangi bir hicap duygusuna kapılmadan sergileyeceğimiz ‘yuva’ olduğuna dikkat çeker. Umarım evlerimizi “yuva” olmaktan ziyade dört duvar arasına dönüştürme tehdidine karşı koruyabiliriz.