Boğaziçi’ne benzeyen Kilis mi, Kilis’e benzetilen Boğaziçi mi?

Zorlu bir seçim sürecinin ardından Türkiye’de hayat kaldığı yerden devam ediyor. Ülke adeta ortadan ikiye bölünmüş gibi. Bardağın yarısının dolu olduğunu düşünenler (çoğunca olduğu üzere) yarınların bugünden daha iyi olacağına inanıp etrafa umut saçarken, yarısının boş olduğunu dile getirenler ülkedeki mevcut ortamın zorluğundan dem vurup daha da kötü olacağına dair endişelerini yinelediler.

İktidar muhalefeti terörle yan yana durmakla itham edip ama montaj ama gerçek videolarla(!) tabanını konsolide etmeye çalıştı. Muhalefet ise ekonomide artık iyice hissedilen zorlu sürecin halktaki etkisi üzerinden yürüyüp “Boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur” mottosuna güvendi.

Milli gelirimiz 9 bin dolarla 11 bin dolar arasında gezinip bir türlü bir üst lige çıkamazken asıl gerilemeyi toplumun kültürel dünyasında görüyoruz. Seçim sürecinde mevcut iktidar, iktidar olmanın doğası gereği noksan kalan bu alana pek değinmezken muhalefet de bu alana hemen hiç girmedi.

Bu topraklarda kültürel devrim ne yazık ki asla tam manasıyla gerçekleştirilemedi. Atatürk’ün başlattığı devrim süreci, sonrasında inkıtaya uğratıldı. Oysa Atatürk bir konuşmasında bu konuyla ilgili kafasındaki düşünceleri net bir şekilde ifade etmişti:

“Benim elime büyük yetki ve güç geçerse, toplumsal yaşamımızda istenen devrimi bir anda bir ‘coup - darbe’ ile yapacağımı sanırım. Zira ben, bazıları gibi, halkı ve bilginleri (ulemayı) yavaş yavaş benim görüşlerimin düzeyinde görmeye ve düşündürmeye alıştırarak bir devrim yapılabileceğini kabul etmiyorum ve böyle bir davranışa ruhum karşı çıkıyor. Bunca yıl yüksek öğretim gördükten, toplumsal ve uygar yaşamı inceledikten ve özgürlüğü tatmak için bir ömür harcadıktan sonra neden halkın düzeyine ineyim? Onları kendi düzeyime çıkarırım. Ben onlar gibi değil, onlar benim gibi olsunlar. Ancak şu da var ki bu konuda incelemeye değer bazı noktalar var. Bunları iyice kararlaştırmadan işe başlamak yanlış olur.”

     

Medeniyeti İstanbul sınırları dışına çıkarıp Anadolu’ya yayma konusunda yeterince başarılı olamayan Osmanlı’nın, geride bıraktığı manzaranın hali ahvali kolaylıkla Yakup Kadri’nin ya da Şevket Süreyya Aydemir’in yazdıklarında görülebilir. Bir gecede cahil bırakıldık martavalları bir yana toplumun kahir ekseriyeti zaten cehaletin kollarında uykuya bırakılmıştı. Böyle bir toplumu son hız modern dünyaya yetiştirme çabasının ürünü olan devrimlerin kimi zaman halkta gereken karşılığı bulamamış olmasının etkileriyle yüzleşiyoruz bugün bile. 20.yüzyılın son çeyreğinde toplumsal yaşamda etkisi daha fazla hissedilen teknoloji soslu medya devrimi ile ülke insanı gelişimsel süreçte aşması gereken basamakları atlayıp doğrudan bu görsel dünyanın içine daldı. Meşhuriyet çağında kültür ve insanı ele aldığı kitabı “Görünüyorum O Halde Varım” kitabında Tayfun Atay bu durumu şu şekilde özetler:

“…Türkiye bu süreci, kitle kültürünün iktisadi alt yapısını oluşturan ‘endüstriyel’ hayatın içerisinden değil, bir toplumsal ve ekonomik yaşam biçimi olan ‘köylülükten’ geçiş yaptı.

Tarımcı sözlü kültür geleneği değil, diğer bir deyişle halk kültürün hâlâ büyük ölçüde geçer akçe olduğu bir noktadan, yazılı kültürle gerektiğince haşır neşir olunamadan görsel-elektronik kültüre sıçrandı.”

     

Okulların toplumu dönüştürücü gücü nicedir akim kalmış durumda. Kültürün ve medeniyetin taşıyıcı kolonlarından biri olan eğitim görsel-elektronik kültür karşısında her geçen gün daha çok zorlanmakta. Günün şartlarına ve değişen öğrenci profiline uygun olmayan program ve uygulamalar tenis topu gibi çarptığı yüzeyde değişim yaratmadan geri yansımakta. Köy Enstitüleri ile yaratılmaya çalışan aydınlanma zamanın bir toprak ağası milletvekilinin ağzından dökülen “Ben bineceğim eşeğin benden akıllı olmasını istemem” sözlerindeki zihniyetin tesiriyle son buldu. Basılı kitap sayısının, gazete tirajının, kütüphanelerin artabileceği refaha az çok ulaşan bu topraklar yazılı kültürle daha kolay haşır neşir olabilecekken bu defa görsel-elektronik kültürün giderek ağırlaşan baskınına uğradı. Ve kitaba uzanabilecek ellere akıllı telefon tutuşturulmuş oldu. Eğitimde yeni neslin nevi şahsına münhasır özelliklerine yeterince ayak uyduramayan eğitim sistemi ise arzulananı vermeyi bir türlü başaramıyor.

     

16 Haziran itibariyle ortaöğretimden yine bir milyonun üzerinde genç mezun olacak. Bu gençlerin pek çoğu üniversite giriş sınavında ter döküp eğitimlerini yükseköğretimde devam ettirmeye çalışacak. İşte bu noktada “Nasıl bir yükseköğretim?” sorusu ister istemez zihinlerde yankılanacak. Zira Türkiye son yıllarda yapılan önemli yatırımlarla bir üniversiteler memleketi haline geldi. Artık her ilimizde bir üniversitemiz var şükür! Ancak pek çok defa olduğu üzere bu kez da niceliğe abanıp sayıların gücüne sığınıyor niteliği yine/yeniden ikinci plana atıveriyoruz. Gazeteci-yazar Tuğba Tekerek’in kaleminden çıkan “Taşra Üniversiteleri” kitabı tam da bu konuya eğiliyor ve açıköğretim öğrencileriyle birlikte 8,5 milyona ulaşan yükseköğretimin adeta bir röntgenini çekiyor. “Bu kitabın yazılması sekiz yıl sürdü. Sekiz koca yıl…” ifadesiyle kitabına başlıyor Tekerek. Araştırma sürecinde özellikle taşra üniversitelerine değinen yazar bu nedenle kitabının merkezine beş üniversiteyi yerleştiriyor. Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Bingöl Üniversitesi, Giresun Üniversitesi, Kilis 7 Aralık Üniversitesi ve Yalova Üniversitesi. Küçük şehirlerin ücra ilçelerinde, taşranın taşrasında yürütülen yükseköğretim faaliyetini “outlet üniversite” olarak tanımlıyor Tekerek. Ve esas eleştirilerini bu alana yöneltiyor.

“Bir üniversite akademik kriterlere göre değil de halkın isteklerine, siyasetçilerin direktiflerine göre ölüm açıp kapatınca elbette bilim üreten özel bir kurum olarak görülmüyor, halka hizmet eden herhangi bir devlet kurumuna dönüşüyor böylece halkın gözünde iyice değersizleşiyor.”

     

Kimi zaman öğrencilerle kimi zaman da akademisyenlerle birebir görüşmeler yapan Tekerek’in kitabında ortaya koyduğu örnekler oldukça çarpıcı. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere niteliğe değil de niceliğe abandığımızda perde gerisindeki vaziyeti kestiremiyoruz çoğunluk. Tek bir psikoloji mezunu öğretim üyesi olmadan kurulan psikoloji bölümünden, piyano, yan flüt gibi müzik aletleri dahi olmayan müzik öğretmenliği bölümüne kadar pek çok örnek var kitapta.

Üniversiteleşmedeki bu hızın ortaya çıkardığı olumsuzluklara eski YÖK Başkanı Yekta Saraç’ın sözleri ve Sayıştay raporu örnek olarak gösteriliyor.

Saraç verdiği bir röportajda şöyle diyor:

“Öğrencilerin, programların yürütülmesi için gerekli olan donanıma sahip olmadıklarına dair üniversitelerden ciddi şikâyetler artmaya başladı. Ve sınavları incelediğimizde artık dört işlem bile bilemeyenlerin, mühendislik programına girebildigi bir vasatın oluştuğunu görüyoruz. Üniversiteler temel sayısal becerilerin, cümle kurmanın ve muhakeme yapmanın, yabancı dilin öğretildiği kurumlar olmamalı.”

Sayıştay’ın 2019 Eylül raporunda ise üniversitelerde atıl halde kalan 122 bölüm için şu ifadeler kullanılmış:

“Sonuç olarak ihtiyaçlar dikkate alınmadan fakülte/bölüm açılması ve cari giderlerinin ödenmeye devam edilmesinin kamu kaynaklarının etkili, ekonomik, verimli kullanılmamasına sebebiyet verdiği değerlendirilmektedir.”

     

Üniversite eğitiminde yaşanan bu süreci olumlu bir adım olarak değerlendirenler de var, ki Tekerek kitabında bu bakış açısına da yer vermiş. Sakarya Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü hocalarından Doç. Dr. Muhammed Hüküm bu düşünceyi savunanlardan. 1982 yılında Elazığ’ın Maden ilçesinde Zaza bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Hüküm oldukça zor şartlarda eğitimini tamamlıyor. Üniversite okuyabilmesini Elazığ’daki Fırat Üniversitesi’nin varlığına bağlayan Hüküm devam ediyor:

“Üniversite hocalığı bir dönem ayrıcalıklı sınıfın bir özelliğiydi… Ben akademisyen olmuşsam bir şeyler iyi gidiyor gibi görünüyor bu taraftan.”

Yine Hüküm’e göre yirmi ya da otuz yıl içerisinde idealist insanlar gelip bu taşra üniversitelerinde hocalık yaptığı zaman bu üniversiteler de, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki gibi iyi eğitim veren yerler haline gelebilir.

Yazar Tuğba Tekerek ise bu düşünceye şu sözlerle karşı çıkıyor:

“Benim baktığım yerdense, 16 yıldır uygulanan yükseköğretim politikasının sonucu, taşradaki gençlerin iyi bir eğitime kavuşması değil, ülkedeki tüm eğitimin taşralaşması. 2022 yılı itibarıyla Kilis 7 Aralık Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi olma yolunda ilerlemiyor; aksine Boğaziçi Üniversitesi acımasızca Kilis 7 Aralık Üniversitesi’ne benzetilmeye çalışılıyor. Bu süreç 20-30 yıl daha sürerse, ülkede üniversite namına herhangi bir şey kalmayacak gibi görünüyor.”

     

Sanayi Devrimi’nin İngiltere’de doğuşu şans eseri değildi. Bugün sahip olduğumuz yaşam şartları akıl ve bilime yapılan yatırımların sonucu olarak ortaya çıktı. Üniversiteler ise bu yolculuğun lokomotifi, yelkeniydi. Zihinlerin akıl, mantık ve bilimle yoğrulması sonucu elde edilenler ortada iken bugün bile “okuyan” insana olan saldırılar devam ediyor. 21.yüzyılda tüm dünyada giderek yaygınlaşan popülizmin safrası olarak ortaya çıkan entelektüel düşmanlığı, eğitim karşıtlığının son yansımasını Yeni Şafak yazarı Aydın Ünal’ın 2 Haziran tarihli aşağıdaki satırlarında görmek mümkün:

“Halkın zihni berraktır. Halk eğer eğitimden uzak kalmışsa, daha az formatlanmıştır ve iyiyi kötüden ayırma yetisi iyi eğitimliye göre daha güçlüdür. Yani profesörün oyu 1 sayılıyorsa, halkın oyu 10 sayılacak kadar değerli, anlamlı ve isabetlidir. Ne vaatlerle, ne de tehditlerle halkı kandıramazsınız. O kimin ne olduğunu çok iyi bilir.”

Ünal belli ki yazısında dillere pelesenk olmuş “Anadolu İrfanı”ndan bahsediyor. Peki hangi Anadolu irfanından bahsedeceğiz? Cehaletin koynunda büyütülüp, türlü yanlışların, suçların, ahlaksızlıkların kucağına bırakılmış, ezilmiş, kandırılmış, sömürülmüş, birey olma şuuruna, yurttaş olma bilincine ulaşamamış, kapılara kul, yöneticiye tebaa, şeyhe mürit olmaktan öteye gidememiş insanlarımızı ne yana koyalım peki?

Tarih göstermiştir ki toplumsal aydınlanmanın ekmeğini herkes yer. Vasatın yüceltildiği, cehaletin parlatıldığı toplumlarda ise ekmeği yiyenler sadece seçkin bir azınlık gruptur. Halkın büyük çoğunluğuna ise önüne bırakılan kırıntılara şükretmesi, seçkin azınlığın elindeki lüks ve şatafatla gururlanması öğütlenir.

İspanyol asıllı Amerikalı yazar George Santayana’nın sözü ile bitirelim:

“Geçmişi unutanlar onu yeniden yaşamaya mahkûmdurlar.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi