Kerem Gürel
Bir Tutam Baharat, Rolls Royce ve Var Olmaya Çalışanlar
Toplumsal sınıflandırmanın tepesinde daima zenginliği elinde tutanlar ve onların sınırısız isteklerini, farklı olma arzularını doyurmaya çalışan markalar hep olmuştur. Kimilerine göre bu ekonomi politik açısından gerekli de görülebilir. Sonuçta onca ideolojiye, inanca, çabaya rağmen adaletli, hakkaniyetli, cennet namzeti bir dünya yaratmak hiç bir zaman mümkün olmamıştır. Burada fay hattı yaratan nokta sınırları içerisinde yaşayan, mükellef olan herkesten aldığı vergilerle varlığını devam ettiren devletin nerede duracağıdır.
Bu hafta ekonominin tepesinden gelen açıklamalar, içinde bulunduğumuz durumun net bir röntgenini çekiyordu adeta. Basına yansıyan ifadeler “Biz bir yol ayrımına gittik. Enflasyonla birlikte büyümeyi tercih ettik… Bu sistemden dar gelirliler hariç üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar. Çarklar dönüyor.” şeklindeydi.
Yine içinde o sihirli kelime, “büyüme” geçen açıklamalardı bunlar. Işıltılı kadife bir örtü gibi varolan çarpıklıkların, adaletsizliklerin, hak kayıplarının üzerini örten bir kelime bu büyüme. “Büyüdük. Çok büyüdük. Ama büyürken de sosyo-ekonomik şartların gereği, doğal seçilim uyguladık, güçsüzü, muhtaç kalanı, hastayı, yoksulu, işsizi yolda bıraktık. Uçmamız gerekiyordu biz de ağırlıklardan kurtulduk.” demenin bir başka yolu sanırım. Dar gelirliyi ezdirmeyeceğiz denilen haftada -bu yazı kaleme alındığı anlarda- mazot fiyatı şimdiden yirmi sekiz lirayı, dolar kuru on yedi lirayı aşmış durumda.
•••
Yine bu hafta Oksijen’den Mine Şenocaklı ile yaptığı röportajda adeta ekonomi yönetiminin yaptığı açıklamanın mealini sunan iktisat profesörü Sadi Uzunoğlu’na kulak verelim o halde:
“Türkiye’de ücretlilerin toplam ülke gelirinden aldığı pay 2019’da yüzde 31.7 iken, 2021’de yüzde 27’ye düşmüş. Ücretlilerin payında yaklaşık 5 puan civarında düşüş var. Ama şirketlerin toplam gelir içinden aldıkları pay yüzde 42.9’dan yüzde 47’ye yükselmiş. Yani ücretlilerin cebinden şirketlerin cebine kaynak aktarılmış.” diyordu Sadi Hoca ve Mine Şenocaklı’nın “2001 ve 2008 krizlerini de yaşadık, onlar krizse bugün yaşadığımız ne?” sorusuna “Bu, fakirleşen büyüme. Yani ekonomi rakamsal olarak büyüyor ama bu büyümeden geniş kesimlerin aldığı pay giderek düşüyor.” cevabını veriyordu. Ona göre Türkiye’de orta sınıf yeniden tanımlanmalıydı. Zira artık orta sınıfa dahil olmak için bir eve en az 40-50 bin lira girmeliydi.
•••
Bu boğucu haberlerin bir tık uzağında güzel şeylerde oluyordu mavi göğün altında(!) Örneğin İngiliz kökenli lüks otomobil üreticisi Rolls Royce tüm dünyaya müjdeli bir haber veriyor ve yalnızca üç adet üreteceğini söyledi modellerden ikincisini, Boat Tail II modelini tanıtıyordu. Tamamı el işçiliği ile sipariş üzerine yapılan aracın alıcısının kim olduğu açıklanmasa da 28 milyon dolarlık otomobilin inci işiyle ilgilenen bir müşteri için yapıldığı bildiriliyor; altın, sedef, yüksek kalite ahşap ve derinin cömertçe kullanıldığı otomobilin üçüncüsünün de yolda olduğu haberiyle gelir adaletsizliğinde üst ligi zorlayan yaşlı dünya türlü çeşit sevince gark oluyordu.
•••
Thierry Paquot Lükse Övgü kitabında lüks sözcüğünün etimolojik izini sürer. Lüks kelimesinin Latince “abartma, aşırılık” demek olan “luxus”tan geldiğine vurgu yapan Paquot, Grand Dictionnaire Universel’de geçen (Büyük evrensel sözlük) “Lüks gereksizin kullanımıdır.” tanımına değinir. Sözlüğün yazarı Pierre Larousse bu tanımı açıklamak için çeşmeden eliyle su içen bir çocuk gördüğünde, birden gereksiz bir nesneye, gerçek bir lükse dönüşen çanağını kaldırıp atan Diogenes’nin öyküsüne dikkat çekiyordur. Paquot’a göreyse lüks, yapmak istediğimiz şeyi, istediğimiz zaman yapma özgürlüğüdür.
Çok eski zamanlardan bugüne lüksün tanımı da toplum değerleriyle örtüşüp örtüşmediği de tartışılıp durmuştur. Platon ve Aristoteles temelde lüksün toplumun gücünü zayıflattığını düşünüyorlardı. Ortaçağ Avrupasının katı düşünce sistemi içinde lüks yaşamak, günahla ilişkilendiriliyordu. Rönesansla birlikte lüksün değerlendirmesi ahlakî platformdan ekonomik platforma taşınmıştır. Ekonomik açıdan tüketimin önemine vurgu yapan Sir James Steuart, 1767’de yayınladığı “Ekonomi Politiğin Kuralları” kitabında lüks tüketim sayesinde hem ekonomik büyümenin hem de verimliliğin artacağını iddia etmiştir.
Lüksün zaman içinde tanımı ve enstrümanları değişse de iktidarı ya da zenginliği elinde tutanların kendilerini avamdan ayrı tutma çabası çoğu zaman varolmuştur. “Keyif Verici Maddelerin Tarihi” kitabında Wolfgang Schivelbusch baharat, kahve, tütün ve çikolatanın toplumsal değişimdeki rolünü anlatırken özellikle Ortaçağ Avrupasındaki lüks anlayışını da gözler önüne serer. Kitaptan alınan şu bölümler lüks algımızın ve onu ifade eden enstrümanların zaman içinde nasıl değiştiğini gözler önüne seriyor:
“Ortaçağdaki egemen sınıfın en önemli özelliklerinden biri, bol baharatlı yemeklere düşkün olmasıdır. Bir ev ne kadar seçkinse, baharat tüketimi de o kadar fazladır… İnsanlar birbirine âdeta mücevhermiş gibi baharat armağan eder, kıymetli eşya gibi baharat koleksiyonu yapar, ayrıca da yemeklerde kullanırlar…Hatta çok kibar sofralarda baharatların yemeklerle de alakası kalmamıştır. Baharatlar yemekte ya da yemeğin üstüne altın veya gümüş bir tepside, yani baharat tabağında ayriyeten ikram edilir. Bu tabağın çeşitli bölmeleri vardır ve her bölmede başka bir çeşit baharat
bulunur. Zaten bol baharatlı yemeği daha fazla baharatlandırmak için elden ele dolaştırılan bu tepsi, peynir veya tatlı tabağı gibidir.”
Avrupa’da baharata olan talep Ortaçağ boyunca artarak devam eder. Giderek zenginleşen kent burjuvazisi gıptayla baktığı egemen sınıfın yaşamını bolca baharat kullanarak taklit etmeye çalışır. İcatların ve keşiflerin anası olan ihtiyaçlar bir kez daha devreye girmiş Coğrafî Keşiflerle başlayan süreç insanlığı Kolomb Takası ile tanıştırmış böylece zaten baharata doymuş olan piyasa 17.yy’dan itibaren Kolomb Takası’yla gelen yeni ürünlere -tütün, kakao, çikolata vb..- yelken açmıştır.
•••
Bugün baharat bir statü sembolü olmaktan çok öte. Onun yerini dolduracak bir şeyler bulmak her zaman mümkün olmuştur. Bu kimi zaman Louis Vuitton bir ceket, Hermes bir çanta ya da bir Rolex saat olabilir. Yatlar, uçaklar ve engin genişlikteki malikaneler de…
Toplumsal sınıflandırmanın tepesinde daima zenginliği elinde tutanlar ve onların sınırısız isteklerini, farklı olma arzularını doyurmaya çalışan markalar hep olmuştur. Kimilerine göre bu ekonomi politik açısından gerekli de görülebilir. Sonuçta onca ideolojiye, inanca, çabaya rağmen adaletli, hakkaniyetli, cennet namzeti bir dünya yaratmak hiç bir zaman mümkün olmamıştır. Burada fay hattı yaratan nokta sınırları içerisinde yaşayan, mükellef olan herkesten aldığı vergilerle varlığını devam ettiren devletin nerede duracağıdır. Serveti elinde bulunduranların hareket alanı alt tabakadakilere göre daima daha çeşitli olmuştur. Alt gelir grupları ise zaten bodrum kata sıkışıp kaldıkları için gidebilecekleri pek fazla yer, sığınabilecekleri çok fazla saçak altı kalmamıştır. Varlığının gereği olarak böyle zamanlarda kudretlinin değil muhtaç kalanın yanında olmalıdır devlet. Tam burada sözü bir kez daha yukarıda alıntıladığımız röportajından Sadi Uzunoğlu’na bırakarak tamamlayalım:
“Zengin enflasyonu kontrol edebiliyor. Nasıl? Marketini değiştiriyor. Çok pahalı bir market yerine, daha alt bir markete gidiyor ve aynı malı 20-30 lira daha ucuza alabiliyor…Ama orta ve düşük gelirli kesimlerin enflasyonu kontrol etme şansları yoktur. Neden? Çünkü zaten en ucuz marketten, en ucuz gıdayı alıyor.”
•••
Bugün dar gelirliler için deniz bitmiş görünüyor. Zaten kalitesiz beslenen, sağlıksız ve konforsuz yaşayan bu insanlar yaşamanın değil ama yaşayıp gitmenin kıskacında yalnız bırakılmış ve geleceğe dair umudu budanmış haldeler. Ve en büyük yalnızlıkları da son beş ayda 89 bine yakın yeni milyoner kazanan, üreticilerin, ihracatçıların kârına kâr kattığı ülkelerinde yanıbaşlarında göremedikleri devletlerine dair.