Kerem Gürel
Bir Modern Zaman Sireni Olarak Teknoloji
Uzun zamandır nakite sıkışan biri gibi insanlığın sahip olduğu tüm zenginlikleri birer ikişer bozdurduğunu düşünüyorum. Yakından uzağa her yerde karşımıza çıkan popülizm rüzgarından, ayyuka çıkan köktenciliğe, vasatın yüceltildiği zamanlardan post-truth hikayelerine, artan eşitsizliğe ve tedirginlik verici bol teknoloji süslü gelecek tasvirlerine…
Ayazlı geceyi atlatmış bir kasım sabahında güneşin yeterince ısıtamadığı saatlerde oğlumla sohbet ederek yürüyoruz. Çantası omzumda. Henüz çok ağır değil. Yıllarla beraber tıpkı çantasının ağırlığı gibi sorumlulukları da artacak. O zaman ben, yükünü hafifletmek için yanında olabilecek miyim bilmiyorum.
Birinci sınıfa gitmenin gururu ve heyecanı gözlerinde parlıyor oğlumun. Tıpkı kasım güneşinde parlayan sarı saçları gibi.
Okulun kapısındayız. Okul çantasını omzuna, beslenme çantasını boynuna asmak zorunda kalıyor, maskesini düzeltiyorum. Daha ileri adım atamıyorum. Son bir kez bakıp hızlı adımlarla merdivenlere doğru yürüyor.
Duygulanıyor, bir süre kalıyorum orada.
Gitmek istemiyorum. “İşte!” diyorum, “Bu bozuk sisteme bir kurban daha veriyoruz!”
İnsanlığın iliğini, emeğini sömüren kapitalizmin, bizi her gün insanlığımızdan daha da uzaklaştıran neoliberal politikaların, her türden saçmalığı torbasında toplayan postmodern yaşamın ortasında eğitimin bireyin özündeki zenginlikleri, becerileri, istidadı ortaya çıkartması; onu mutlu etmesi gerekirken sistemin istediği kalıpta ve yeterince kullanışlı bireylerin yetişmesi için çalıştığı bir zamandayız. Oğlum bu bozuk eğitim sisteminin dev değirmen taşları arasında ne kadar dayanabilir bilemiyorum. Daha yolun çok başında. Meslek yaşamımda karşılaştığım ve coşkun bir nehire kapılmış odun parçaları gibi hayatın sürükleyip bir kenara savurduğu, harcanan onca hikaye geliyor gözümün önüne. Biz onları kurtarmak için çabalamıştık. Peki ya bu çocuklar?
Yeni Karanlık Çağ
Uzun zamandır nakite sıkışan biri gibi insanlığın sahip olduğu tüm zenginlikleri birer ikişer bozdurduğunu düşünüyorum. Yakından uzağa her yerde karşımıza çıkan popülizm rüzgarından, ayyuka çıkan köktenciliğe, vasatın yüceltildiği zamanlardan post-truth hikayelerine, artan eşitsizliğe ve tedirginlik verici bol teknoloji süslü gelecek tasvirlerine… Her şey birbiri ile o kadar ilintili ki. Hakkında her gün yeni bir şey öğrenmek daha huzursuz ediyor insanı. James Bridle’ın Metis Yayınları’ndan çıkan kitabı “Yeni Karanlık Çağ”ını okuyorum bu aralar. 21.yüzyıl insanının kara bir geleceğin şafağını yaşadığını düşünürdüm. Bridle bu döneme “Yeni Karanlık Çağ” diyor ve teknolojiyle birlikte neler yaşandığını, yaşanacağını gözler önüne seriyor. Her geçen gün daha da karmaşık bir hal alan teknolojik sistemlerin aralarındaki bağlantıyı anlayamadığımızda, taşıdıkları potansiyeli bencil elitlerin, insafsız şirketlerin eline bırakacağımıza dikkat çekiyor ve teknolojiyi kullanmanın yanında teknoloji okuryazarı olmamızı istiyor. Kitap boyunca tartışacağı bu sistemleri “düşünmesi, anlaması, tasarlaması ve gerçekleştirilmesi bir avuç insanın eline bırakılamayacak kadar ciddi” (syf.15) olarak tanımlayan yazar her şeyi anlamasak, anlayamasak da yapmamız gereken şeyin bu karanlık çağda hayatta kalabilmek adına düşünmek olduğuna vurgu yapıyor. Kulağımıza usulca “Üzümü ye, bağını sorma.” diyen teknoloji şirketlerine, neredeyse her gün çıkan rutin sosyal medya eleştirilerine karşı Bridle, sistemin içine girmemizi, bu teknolojik çakır keyiflikten çıkmamızı istiyor.
Gemicileri güzel sesleri ve şarkılarıyla büyüleyen ve sonra onları yiyen mitolojik deniz kızı Siren’ler gibi elimize tutuşturduğu oled ekranlı, çok megapikselli, az nanometreli cihazlardan savrulan like’ların sarhoşluğunda, akıllı buzdolabımızın bize market listesi yollamasının şaşkınlığını yaşayıp sürücüsüz otomobil kullanmanın (!) hayalini kurarken ilk ısırıkların insanlığımızın zayıf yerlerine geçirildiğini görür müyüz acaba?
Bir dış beyin olarak navigasyon cihazının teknolojisine güvenip bin yıl daha yaşasam bir daha adım basacağımı düşünmediğim ücra köylere savrulduğum Güneydoğu gezisi geliyor aklıma.
Bir diğer yazar Gerd Leonhard “Teknolojiye Karşı İnsanlık” kitabında, internetin kutsandığı, Wikipedia’nın yüceltildiği, Google’ın otorite kabul edildiği bir zamanda “Dış Beyinler”in tehdidine dikkat çekiyor ve bu durumu şöyle açıklıyor:
“‘Beni tanıyan’ nesnelerden ‘beni-temsil-eden’ nesnelere, buradan da ‘ben olan’ varlıklara dönüşüyorlar.” Leoanhard’ın dikkat çektiği şey Bridle’ın kitabında kullandığı “işlemleme” kavramıyla yakın ilişkili. Bridle’a göre işlemleme Amerikan filmlerinde “Sakin ol ahbap ben polisim!” diyen kahraman gibi hayatımıza girip “Sorun yok!Teknoloji bu sorunu muhakkak halleder.” diyerek hiçbir şeyin üzerinde fazlaca düşünmememizi salık veriyor. Bu konuyu otomasyon yanlılığı üzerinden açıklayan Bridle 31 Ağustos 1983’te düşen Kore uçağını örnek veriyor ve pilotların yardımcı sistemlere, uçağın sahip olduğu teknolojiye aşırı güvenmesi sonucu ortaya çıkan faciaya dikkat çekiyor. Bir dış beyin olarak navigasyon cihazının teknolojisine güvenip bin yıl daha yaşasam bir daha adım basacağımı düşünmediğim ücra köylere savrulduğum Güneydoğu gezisi geliyor aklıma. Ve çocuklarla izlemekten keyif aldığımız Wall-E’deki yüksek teknolojinin rahatlığında yürümeyi bile unutan, tombul, miskin bireyler gibi olur muyuz, sorusu yankılanıyor zihnimde. Yaşantımızla ilgili kararları, planlamaları akıllı cihazlarımıza bıraktıkça bilinçli düşünceden işlemlemeye geçtiğimizi ifade eden Bridle bunun sonucunda makineler gibi düşündüğümüzü, hatta çoğu zaman düşünmeyi bıraktığımızı iddia ediyor. İngiliz yazarın çevremizdeki enformasyonun sınırsızca artışını ifade etmek için kullandığı bir diğer kavram da “taşma”. Etrafımızdaki verinin miktarı arttıkça o veriyi kullanma becerimiz ya da etkinliğimiz artmıyor aslında. "Taşma" durumunda ulaşılabilir durumdaki verinin kıymeti azalmaya başlıyor. Bu durum yalan haberlerin, saçma komplo teorilerinin bu kadar talep görmesini sağlıyor. Dünya’nın düz olmasından, Covid-19 virüsünün Bill Gates tarafından üretildiğine kadar pek çok modern zaman komplo teorisine cevap niteliğinde şu açıklamayı yapıyor: “Teknolojinin desteğiyle büyüyen ve hızlanan dünya basitliğin tam tersi istikamete yönelip giderek daha karmaşık hale geldikçe -ve bu karmaşa daha görünür oldukça-komplo teorileri de bu karmaşaya ayak uydurabilmek için mecburen daha acayip, daha dallı budaklı ve şiddetli hale gelmiştir.”
Teknoloji tanrıları ve köle insanlar
Teknoloji bize bilimin bir armağanı. Hayatımızı da çoğunca kolaylaştırdığı yadsınamaz. Ancak yaşamımıza bu denli dahil olması, sizi de rahatsız etmiyor mu? Sosyal medyaya, dijital oyunlara gömülen gençlerin ya da ekrana olan bağımlılığımızın ötesinde daha yaşamadığımız, yaşayacağımız olasılıklara dikkat çekmek istiyorum. Biyoteknoloji ve makine öğrenmesiyle şekillendirilmiş karanlık bir dünyanın tohumlarını şimdiden besliyor olabilir miyiz? Bugünden önlemini almaz, teknolojik aletlerin becerileriyle övünüp işlemci mimarisindeki müthiş gelişmelere daha fazla gömülürsek olabilecekler konusunda gelin sözü tekrar Almanyalı yazar ve fütürist Gerd Leoanhard’a bırakalım;
“Öte yandan gelecekte bizi bir distopya toplumu da bekliyor olabilir… Böylesi bir dünyada artırılmamış insanlar, yani donanım ve yazılım yoluyla değiştirilmemiş insanlar, en iyi ihtimalle varlıkları meşru olsa da başa bela bir evcil hayvan muamelesi görüyor ya da en kötü ihtimalle kaçınılmaz bir siborg tanrılar zümresi tarafından köleleştirilmiş olabilirler. Böylesi meşum bir toplum vasıfsızlaşacak, duyarsızlaşacak, bedensizleşecek ve büsbütün insanlıktan çıkmış olacak.”
Peki ya bilinç nakli?
Güney Kore’de bir belgesel için hazırlanan sanal gerçeklik teknolojisi sayesinde 2016’da kaybettiği küçük kızı Nayeaon’la daha önce sıkça gittikleri bir parkta simülasyonla bir araya gelen Jang Ji-Sung’un gözyaşları medyaya yansıdığında bir hayli rahatsız olmuştum. Çok doğru gelmemişti. Sanal gerçeklikle yaratılmış bir dünya, gelecekte gerçek dünyada yaşadığımız acılardan, keyifsiz olaylardan kaçınmak için bir sığınağımız olur mu sizce? Peki ya vücudumuzun fiziksel ihtiyaçları da makineler tarafından karşılanabiliyorsa eğer hep o hayal ettiğimiz hayatı paralel evrenimizde yaşamanın cazibesine kapılıverir miyiz? Peki Richard K. Morgan’ın “Değiştirilmiş Karbon” romanındaki gibi gelecekte bedenden bedene bilinç transferi yapılabilirse eğer?
Bunlar ve daha pek çoğu gelecekte cevabı verilecek sorular. 19.yüzyılda İngiltere’de tekstil işçilerinin başlattığı teknoloji karşıtı Luddizmi yahut teknolojiyi reddeden bir Hristiyan mezhebi olan Amişler’i övmeye çalışmıyorum pek tabii ki. Ancak bana banka havalemde, ders anlatımımda ya da kalp ritmimi izlememde kolaylık sağlayan teknolojinin, söz konusu insanlığın geleceği olduğunda üzerinde daha titizlikle durulması gereken bir husus olduğunu söylemeye çalışıyorum.
“Bildiğimiz Dünyanın Sonu” kitabında Immanuel Wallerstein da modernliğin temel öncüllerinden biri olan, kesinliklere duyulan inancın körleştirici ve sakatlayıcı olduğuna dikkat çeker. Eğer bireyin ve toplumun davranışları söz konusuysa bilimin ve teknolojinin sundukları, önerdikleri her zaman kabul görmüyor, doğru çıkmıyordur diye vurgu yapan yazar, “Dünya son birkaç yüzyılda ahlaki açıdan ilerlememiştir, ama ilerleyebilirdi.” diyerek bilim ve teknolojideki gelişmenin doğru yöneltilmediğinde olabileceklere ışık tutuyor. Önümüzde böyle kara bir tablo olduğu gibi teknolojinin getireceği refahı paylaşabileceğimiz, herkesin aynı geliri hak ettiği vatandaşlık maaşı gibi uygulamalar da olabilir. Bunu belirlemek ancak herkesin katılımıyla olabilir. Teknoloji gibi bir güç, bir avuç insanın ya da şirketin insafına bırakılamayacak kadar devasa.
Evet ,araçlarımızdaki ya da telefonlarımızdaki navigasyon bize en kısa yolu sunuyor. Oysa yollar binlerce yıllık insanlık tarihinin bir eseri. Denemelerin, çözümlerin "sonuç" kısmı. Biz binlerce yıldır yaşayarak bugünkü bilgimizi ve değerlerimizi elde ettik. Canlı olan, sadece insan değildi. Onun kültürü, alışkanlıkları, değerleriydi.
Evet, eskiden sevdiklerimizin bir fotoğrafı bile yoktu. Sonra özene bezene sakladık, elimizdeki cansız görüntüleri albümlerin korumasında. Ve şimdi teknoloji sayesinde yıllardır çekip çekip ya bir hard diskin sayılarla kodlanmış klasöründe ya da bulutun bilinmez uzaklığında sakladığımız, binlercesine sahip olmanın rahatlığı ve gamsızlığıyla dönüp bakmadığımız dev fotoğraf arşivlerimiz var.
Bir kenara koyup unuttuğumuz.
Öğlen güneşi daha bir parlak. Oğlumu okuldan almaya gidiyorum. Koşarak geliyor yanıma. Çantalarını alıyorum. Elindeki minik kızarıklığı gösteriyor. Düşmüş. Canı acımış. Nasıl düştüğünü anlatıyor. Eve yaklaşırken arkadaşından yeni öğrendiği vasat espiriyi patlatıyor.
Gülüyoruz.
İnsan olmanın noksanlığı ve mutluluğuyla.