Bir Hitler Dönemi Anlatısı: Tanrısız Gençlik

“Düşüncenin her türlüsünden nefret ediyorlar. İnsanlar umurlarında değil! Makine olmak istiyorlar; vidalar, çarklar, pistonlar, kemerler... ama makineden de çok cephane olmak isterlerdi: Bombalar, şarapneller, el bombaları. Herhangi bir savaş alanında geberip gitmeyi ne çok isterlerdi! Bir savaş anıtının üstündeki isimleri onların tek ergenlik hayali.”

                Gündelik hayatta “Alman malı” ifadesi insanımız üzerinde doğrudan yüksek kalite ve dayanıklılık algısı yaratıyor malumunuz. Tok kapı sesli otomobillerinden, ömürlük beyaz eşyalarına kadar ürettikleri pek çok şeyi güvenle kullandığımız, ancak bizi kıskandıkları konusunda da zerre şüphemiz olmayan Almanlar’a karşı kafamıza takılan bir soru var galiba:

                “Böylesine titiz, disiplinli ve akılcı yaşayan bir ulus nasıl olur da Adolf Hitler gibi acımasız bir diktatörün peşinden sürüklenmiş olabilir?”

                İkinci Dünya Savaşı’nı ortaya çıkaran sebeplerin Birinci Dünya Savaş’ının sonuçlarında gizli olduğu muhakkak. Bilindiği üzere siyasal birliğini geç tamamlayan ve sömürge yarışına geç katılıp bu açığı kısa sürede kapamak isteyen Almanlar “Prusya, devleti olan bir ordudur” sözünü şiar edinip dev bir askeri güç ve büyük umutlarla Birinci Dünya Savaşı’na girdiler. Ancak yenilgiyle sonuçlanan savaş sonrasında ödenen bedelle çocuklar da dahil olmak üzere halkın bilinç altına öfke tohumları saçıldı ve zamanı geldiğinde de filizlenmesi beklendi. Özellikle savaş sonrasında imzalanan barış antlaşmalarının ağır maddelerinin Alman halkı üzerinde etkisi bir hayli fazlaydı. Bu antlaşmaların imzalanması koca bir ulusun sükûtu hayale uğramasına ve derinlerde oluşan öfkenin Adolf Hitler gibi bir tiranın yaratılmasına neden olmuştu. “Bir Alman’ın Hikayesi” ve “Hitler Üzerine Notlar” kitaplarıyla tanıdığımız gazeteci-yazar Sebastian Haffner’e göre bu süreç şu şekilde işliyordu:

                Gerçek fikirlerin kitleleri harekete geçirecek tarihsel güçlere  dönüşebilmeleri için önce bir çocuğun kavrama kabiliyetinin sınırına kadar basitleştirilmeleri gerekir. Birbirini takip eden on senede doğmuş bir neslin kafalarında oluşturulmuş ve dört sene boyunca bu beyinlere iyice mıhlanmış çocukça bir sanrı, yirmi sene sonra pekala ölümcül ciddiyette bir dünya görüşü’ olarak büyük siyaset sahnesine geri dönebilir.”

                Hitler’in yavaş yavaş ve sinsice işlettiği planları onu Ocak 1933’te iktidara taşıdı. Hem de seçimle! Ancak nasyonal sosyalistlerin, öncesinde başlayan ve iktidar sonrasında da güçlenerek devam eden uygulamaları başta Yahudiler olmak üzere azınlıkları ve aydınları kendi içinde boğmaya başlamıştı bile. Bu baskıcı ortamı eleştiren ve sonrasında ülkesini terk etmek zorunda kalan yazarlardan biri de Ödön von Horvath. Otuz sekiz gibi oldukça genç bir yaşta yaşamını yitirmiş Macar asıllı oyun ve roman yazarı olan Horvath’ın ilk kitabı “Tanrısız Gençlik”, dilimize iki farklı yayınevi tarafından kazandırılmış.

                Temposu sürekli artan, iç hesaplaşmalar ve alt anlatılarıyla da yazıldığı dönemin Nazi Almanya’sını okuyucuya etkileyici şekilde aktaran başarılı bir eser “Tanrısız Gençlik”.

                Hikaye Nazi Almanya’sında bir okulda görev yapan ve ismini asla bilemeyeceğimiz bir öğretmenin merkezinde kurulmuş. Tarih ve coğrafya derslerine giren öğretmenimiz iktidar değişimi sonrasında düşünce ikliminde meydana gelen değişimi ve sertleşmeyi hissediyor. Kapana sokulmuş bir halkın her gün biraz daha sıkıştırılan faşizm duvarlar arasında nefes almaya çalıştığının farkında. Hikayenin başlarında oldukça edilgen görüyoruz onu, ancak mutlu olmadığı da aşikar. İlk sayfalarda kendisini teskin etmeye çalışıyor:

                “Bir devlet Gymnasium'unun öğretim elemanlarından olduğun ve büyük ekonomik endişeler yaşamadan yaşlanıp aptallaşabileceğin için Tanrı'ya şükret. Hem yüz yaşına kadar yaşayabilirsin, belki de memleketin en yaşlı vatandaşı olacaksın! Ondan sonra doğum gününde

fotoğrafın dergide çıkar, altına da şöyle yazarlar: ‘O hâlâ canlı bir zihne sahip. Emekli maaşı da cabası! Unutma da günaha girme!”

“Toplumun yabani otu”

                Öğrencilere yazdırdığı kompozisyonun konusu “Neden sömürgelerimiz olmalı?”. Soruya verilen cevaplar üzerinden Nazilerin genç zihinleri nasıl dantel gibi ilmek ilmek işlediğini görüyoruz.                              “Bütün zenciler üçkağıtçı, korkak ve tembeldir.”

                Öğretmen bu genellemeyi yanlış buluyor ve yazıyı yazan öğrenci N. ile bu fikrini paylaşıyor. Ancak unuttuğu bir şey var ki öğrencilerin beynine bu düşünceler radyo ve diğer propaganda araçları ile işleniyor. Yani öğrencinin bu fikrine karşı çıkmak aslında sisteme karşı çıkmak oluyor. Ve tam da böyle oluyor. Öğrenci N.’nin babası öğretmenin tepkisini şikayet ediyor. Öğretmenimiz konformist fikirleri duruşundan belli müdüründen bir araba nasihat yiyor. Sınıfında ise onu başka bir sürpriz bekliyor. Öğrenciler toplu bir dilekçe ile öğretmenlerini artık derste istemiyorlar. Çünkü öğrencilerinin gözünde o artık zararlı düşünceler taşıyan ve uzak durulması gereken bir “Öteki”.                                                                     “Düşüncenin her türlüsünden nefret ediyorlar. İnsanlar umurlarında değil! Makine olmak istiyorlar; vidalar, çarklar, pistonlar, kemerler... ama makineden de çok cephane olmak isterlerdi: Bombalar, şarapneller, el bombaları. Herhangi bir savaş alanında geberip gitmeyi ne çok isterlerdi! Bir savaş anıtının üstündeki isimleri onların tek ergenlik hayali.”

Hitlerjugend

                Yirmi yedi kişilik sınıfta sınıfın en ılımlı ve nazik öğrencisi W.’nin yağmurlu bir günde gittiği maçın ardından hastalanıp öykünün başında hayatını kaybetmesi ise bu sistemde güçlü olanın ayakta kalacağına dair bir gönderme adeta.

                Öğrencilerle gidilen askeri eğitim esaslı bir kampta yaşananlar kitabın ikinci bölümünü oluşturuyor ve bu andan itibaren kitap daha çok bir polisiye roman havası estiriyor. Ancak Horvath kitap boyunca alt anlatılarla pek çok konuya değinmeye devam ediyor. Kampta yaşanan bir cinayet ve cinayetin kolaylıkla “Toplumun yabani otu” olarak ifade edilen sahipsiz, kenara atılmış bir kızın üzerine atılması egemenlerin adalet anlayışının kendine kurban bulmakta her daim nasıl da mahir olduğunu gösteriyor. Ancak öğretmen sisteme dahil olduğunda kazanacağı güven ve konforun sıcaklığına sırtını dönüp gerçeğin buz gibi soğuğuna dalıyor ve eldekileri de yitirmek pahasına gerçeğin açığa çıkması için uğraşıyor. Zira öğretmen Nazi Almanya’sının karanlık bir sis gibi inen puslu, boğucu havasında kendini bir yabancı olarak görmekte zaten. Kitabın sonunda her şeyini yitiren öğretmenin Afrika’ya misyoner olarak gitmeyi kabul etmesi orada da bir yabancı olmayı göze aldığını gösteriyor.

                Hitler’in gençlere büyük önem verdiği biliniyor. 1 Aralık 1936’da çıkarılan kanunla 10-18 yaş arasındaki Alman gençlerinin tümünün Hitler Gençliği’ne (Hitlerjugend) katılımı zorunlu tutulmuştu. Zira Hitler öğrencilerin maddi ve manevi açıdan her an savaşa hazır olmalarını istiyordu. Bu nedenle de akademik ve entelektüel eğitimden ziyade bedensel kuvvetin gelişimi ve Nazi ideolojisinin işlenmesi arzu ediliyordu. Hitler ve şürekâsının toplum mühendisliği alanında ne denli mahir olduğu biliniyor. Kitapta öğrencilerin sömürgeler ve zenciler konusundaki yaklaşımlarıyla; öğretmenin en ufak bir farklı sesinde onu hemen bir “yabancı”, bir “öteki” haline getirmeleriyle; “zayıf” kabul ettiklerine karşı tutumları ve hikaye boyunca erkek öğrenciler arasında güce dayalı kaba ilişkileriyle kitapta baştan sona kadar bir kez olsun Nazi, Hitler ya da Nasyonal Sosyalizm ismi geçmese bile anlatılanın Hitler Almanyası olduğunu anlayabiliyorsunuz.

                “LTI-Nasyonal Sosyalizmin Dili” kitabında Üçüncü Reich’ın dilini toplumda yaşanan değişmeler eşliğinde okuyucuya sunan Victor Klemperer de, Hitler gençliğinin yaradılışına değinir. Klemperer’e göre Nazi Dönemi, “kahramanlığı” heroik dilin yaratılmasıyla ön plana çıkarmıştır. Zaten Hitler Kavgam’da evvela bedensel gelişime önem verir. Ardından karakter gelişimi ve son olarak zihinsel gelişim gelir. Kahramanlık kavramı ve kahramanlığı dair kelime hazinesi 12 yıl boyunca giderek artmış ve herhangi bir mücadelede ölümü pervasızca hiçe sayan tavra bağlanmıştır.

                Faşizm ile popülizm arasındaki organik bağı gözler önüne seren Federico Finchelstein ise “Faşizmden Popülizme” kitabında “Faşizm kutsal, mesihsel ve karizmatik bir liderlik biçimini savunmuş, halka ve ülkeye organik olarak bağlı bir lider tasavvur etmiş, halk egemenliğinin, halk topluluğu adına hareket eden ve bu topluluğun gerçekte ne istediğini kendilerinden daha iyi bilen diktatöre tam devrini öngörmüştü.” der ve başta Nazi Almanyası olmak üzere tarihte görülen faşist idareleri irdeler.

                Bärbel Wardetzki‘nin kaleme aldığı “Siyasette ve Toplumda Narsisizm, Ayartma ve İktidar” kitabında kullandığı şu ifade ise yazının başında değindiğimiz soruya cevap niteliğinde olacaktır:

                Politik liderin açık narsisist rolünü, memnuniyetsiz, incinmiş halkın da ekhoist” [narsistin aşığı ve tamamlayıcısı] rolünü üstlenmesi… lideri yetersizlik duygularından kurtarır ve kendi ihtişamını tam anlamıyla yaşamasına imkân verir. O güçlü adam olduğu için, halk kendi sorumluluğunu ona aktarır, böylece kendi kararlarını vermek ve çaba harcamak zorunda kalmaz. İki tarafın da avantajı vardır. Narsisist büyür, ekhoist de onun arkasına saklanabilir ve onun başarılarından faydalanabilir.”

                Ödön von Horvath’ın bu küçük hacimli kitabı, böyle bir lider mitinin ve ideolojinin gençlere işlenişini bir öğretmenin yaşadığı iç hesaplaşmalar üzerinden ders verir şekilde okuyucuya sunmakta.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi