Gönç Selen
Bedenime sahip olabilirsin ama zihnime asla!
“Makineler birçok şeyi herhangi birimiz kadar, hatta belki de daha iyi yapsalar dahi başka bazı şeyleri yapmakta kaçınılmaz olarak başarısız olacaklardır, böylelikle de biz onların bilgiyle değil, sadece organlarının [mekanik] yapısı uyarınca hareket ettiklerini keşfederiz. Zira akıl her hâl ve şartta hizmet görebilen evrensel bir aletken, bu organların her özel eylem için belirli özel bir düzenlemeye gereksinimleri vardır; bundan da bir makinede onu hayatın tüm durumlarında tıpkı aklımızın bizi harekete geçirdiği gibi harekete geçirmeye yetecek çeşitlilikte düzenlemede bulunmasının fiilen olanaksız olduğu çıkar.” – René Descartes
Geçen hafta son günlerin en popüler konularının başında gelen yapay zekâ ile ilgili yazmıştım. Yazıyı bitirirken de ucundan kıyısından da olsa, aklımız ve dilimiz yettiğince felsefî sorular soralım diye bitirmiştim. E hadi o zaman başlayalım.
Önceki yazıda yapay zekâ konusunu felsefî olarak sorgulayabilmek için meseleye ‘zihin felsefesi’ tarafından bakmak gerektiğinden bahsetmiştim. Bu, aslında felsefe için öylesine kadim bir konu ki, en başından almaya kalksak yapay zekâya gelene kadar aylar, belki de yıllar geçer. O yüzden zihin felsefesi alanında önemli bir kırılma noktası olarak kabul edilen René Descartes bizim için iyi bir başlangıç noktası olabilir. Modern felsefenin kurucu babası olarak kabul edilen Descartes, bu unvanı zihin-beden düalizmi (ikicilik) düşüncesi sayesinde kazandı. Bu düalizmi basitçe açıklayacak olursak, zihin ve beden ayrı şeylerdir ve bu yüzden zihinsel faaliyetler fiziksel değildir. Bu anlamda zihin ayrı bir töz olduğundan, var olmak için bedene, yani maddeye ihtiyaç duymaz.
Yapay zekâya karşı kartezyen akıl
Bu çok basit açıklamanın ardından spekülatif bir soru soralım. Descartes bugün yaşasaydı ve yapay zekâyla karşılaşsaydı ne derdi? Aslında Descartes bunu öngörmüş ve neredeyse bugünkü yapay zekâyı tasavvur etmiş. Bunu insanlar ve hayvanlar arasındaki zihinsel farkı ortaya koymak, hatta hayvanlarda akıl olmadığını ispatlamak için kullandığı bir metafor olarak ‘Yöntem Üzerine Konuşmalar’ adlı eserinin beşinci bölümünde görüyoruz. Akıl sahibi olmayan hayvanlara benzeyen makineler olduğunu varsaydığımızda, o makinelerin hayvan olmadığını anlamak için araçlarımız olmazdı der Descartes. Ama insan bedenine benzer ve insanın eylemlerini taklit eden makineler olsaydı onların insan olmadıklarını anlayabilmek için elimizde çok kesin iki araç olurdu diye devam eder. Bunlardan birincisi şudur: Biz başkalarına fikirlerimizi aktarmak için söz ve işaretleri birleştirerek kullanırız. Ama Descartes’a göre makineler bunu asla yapamazlar. Çünkü onlar söz söyleyebilseler, hatta bazı bedensel etkilere sözle karşılık verebilecek olsalar bile onların insan olmadıklarını anlayabiliriz. Mesela bir yerine dokunduğumuzda ondan ne istediğimizi soracak ya da başka bir yerine dokunduğumuzda canının yandığını söyleyecek olsa dahi en aklı kıt insanın bile yapabileceği şeyi yapamaz. Bu yapamayacağı şey Descartes’a göre ona söylenenlere uygun ve anlamlı yanıtlar vermek için bu sözleri çeşitli biçimlerde düzenleyip bizimle konuşmak. İkinci aracı ise şöyle açıklar: “Makineler birçok şeyi herhangi birimiz kadar, hatta belki de daha iyi yapsalar dahi başka bazı şeyleri yapmakta kaçınılmaz olarak başarısız olacaklardır, böylelikle de biz onların bilgiyle değil, sadece organlarının [mekanik] yapısı uyarınca hareket ettiklerini keşfederiz. Zira akıl her hâl ve şartta hizmet görebilen evrensel bir aletken, bu organların her özel eylem için belirli özel bir düzenlemeye gereksinimleri vardır; bundan da bir makinede onu hayatın tüm durumlarında tıpkı aklımızın bizi harekete geçirdiği gibi harekete geçirmeye yetecek çeşitlilikte düzenlemede bulunmasının fiilen olanaksız olduğu çıkar.”
Descartes yanıldı mı?
Descartes’ın 1637’de yazdığı bu sözler tabii ki yapay zekâ için değildi. O, hayvanlarla insanlar arasındaki zihinsel fark üzerinden, bir bedene sahip olmanın akla da sahip olunduğu anlamına gelmediğini, yani beden ve zihnin ayrı şeyler olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu. Ama verdiği bu örnek adeta yapay zekâ için yazılmış gibi değil mi? Bugünkü yapay zekânın akıllı olduğunu söyleyenlere bir eleştiri adeta. Üstelik bunun, 17. yy’dan bakıldığında haklı bir eleştiri olduğunu söylememiz gerekir, zira aksini söylemek anakronik olurdu. Zaten ben de anakronizme düşmemek adına soruyu şöyle soruyorum: Descartes bugün yaşasaydı ve yapay zekâyla karşılaşsaydı ne derdi?
Öncelikle yapay zekâyla karşılaştığı için hiç şaşırmazdı. Çünkü bunun üretilebileceğini o zamanlardan görmüş, hatta bundan üç-beş sene önceki hâlini neredeyse tıpatıp tarif etmişti. Ama yapay zekânın son halini görse, gerçekten şaşırır ve zorlanırdı bu konuyu anlatmak için. Makinenin ona sorulan soruya anlamlı yanıtlar vermek için sözleri çeşitli biçimde düzenleyip bizimle konuşamayacağını söylüyordu, ama ChatGPT 4 tam da onun yapamaz dediği şeyi yapıyor bugün. Tabii o cevaplar bizim için anlamlı olsa da yapay zekâ için bir anlamı var mı tartışılır. Yine de düalist düşüncesini korumak adına “aslında o iş öyle değil” diye direnecek olsa bile benim bildiğim Descartes’ın içine küçük de olsa bir şüphe düşerdi.
Makinelerin insan olmadıklarını anlamak için ikinci araç olarak kullandığı argüman da biraz şüpheli durumda artık. Ne diyordu Descartes? “…bundan da bir makinede onu hayatın tüm durumlarında tıpkı aklımızın bizi harekete geçirdiği gibi harekete geçirmeye yetecek çeşitlilikte düzenlemede bulunmasının fiilen olanaksız olduğu çıkar.” Bugün yapay zekâ teknolojisinde kullanılan yapay sinir ağı modellemesi sayesinde, onun nereye doğru evrileceğini öngöremeyeceğimiz bir gelişmeden söz ediliyor. Yani insan yapay zekâyı bir yere kadar kodladı ve onu kendi kendini kodlamaya devam edecek hâle getirdi. Bu da onun kendisine insan tarafından yüklenen verilerin dışında, özgün fikirler de üretebilecek yetiye sahip olabileceğini gösteriyor. Yani bugünkü teknoloji, Descartes’ın argümanını yanlışlıyor. En azından bizim gibi olmasa bile, yapay zekânın kendi hayatının tüm durumlarına karşı kendi kararlarıyla harekete geçmeye yetecek çeşitlilikte düzenleme yapması fiilen olanaklı hâle geliyor.
Bütün bunları gördüğünde bile, Descartes düalist düşüncesinde diretip “bedenime sahip olabilirsin ama zihnime asla!” der miydi? Yoksa kurduğu bütün düşünce sistemini alt üst edebilecek bu yeni gelişmeler karşısında “ulan bu ampiristler (deneyciler) de haklıymış galiba” mı derdi? Onlar gibi, bilginin tamamen deneyden geldiğini kabul eder miydi? Hatta her türlü insanî davranışın, düşüncenin ve dahi bilincin bile, beynin nöronlarıyla belirlendiği materyalist (maddeci) bir dünyaya doğru yelken mi açardı? “Zihinle bedeni ayıramıyormuşuz meğer, beden olmadan zihin olmuyormuş, hatta bunlar bir ve aynı şeylermiş” der miydi? Açıkçası ne derdi bilmiyorum ama daha önce belirttiğim gibi… Benim tanıdığım Descartes bunları söylemese bile mutlaka içine kurt düşerdi.
Descartes da işimden olacağım diye korkar mıydı?
Geçen haftaki yazımda “yapay zekâ bizi işimizden, gücümüzden edecek” korkusunun yersiz olduğunu söylemiştim. Ama yapay zekâ konusunda yaptığım yeni okumalarda, bazı dostlarla yaptığım sohbetlerde yeni şeyler öğrendim ve benim de içime kurt düştü. Yakın olmayan bir gelecek için ben de yanıldım mı acaba?
Madem yapay zekâ artık kendi kendine ve rastgele bir gelişim gösterme potansiyeline sahip, öyleyse insanınki gibi zihinsel bir gelişimi de olabilir. Bu da aslında bir gün theoria’ya (teorik akıl) sahip olabileceği anlamına gelir. Bu durumda kendi kendine yaşayacak ve kendi düzenini kuracak bir praksis (pratik akıl) ya da üretim yapacak bir poiesis (yaratıcı akıl) dışında kendi kendine düşünebilen ve orijinal fikirler üretebilen bir zihinden söz edilebilir. İnsan beynini sadece olduğu gibi taklit etmenin ötesine geçerek, sinir ağını kendi kendine geliştirip, bizim öngöremeyeceğimiz biçimde yapılandırabilirse, pekâlâ bir matematik teorisi de geliştirebilir. Bu, ihtimal bugün olmasa bile gelecekte mümkün. Yapay zekâ matematik teorisi geliştirebilirse insandan bağımsız bir şekilde bilim de yapabilir. Hatta kavramsal düşünebileceğine göre felsefe de yapabilir. Bu da yapay zekânın, poiesis ve praksis’in ihtiyaç duyduğu theoria için insana muhtaç olmayacağı anlamına gelir. Demek oluyor ki şimdilerde yaşasaydı, hem matematikçi hem de filozof olan Descartes da aynı endişeyi taşıyabilirdi. Yapay zekâ onu işinden edemese bile sıkı bir rakibi olabilirdi. Hatta onun argümanlarını çürütmek Aristoteles’inkileri çürütmekten daha zor olabilir. Baksanıza… Yapay zekânın çalışma prensibi bile Descartes’ın argümanlarını ciddi şekilde sarsıyor.
İşte tüm bunlar bir gün gerçek olursa, bazılarının “bizi sadece işimizden değil, varlığımızdan bile edebilir” endişesi pek de yersiz olmaz. Evet, distopik bir gelecekten söz ediyorum. Bu sorunun cevabı şu an için o kadar belirsiz ki, konunun uzmanları bile kesin olarak ‘hayır’ diyemiyor. Belki bizim kuşağımız bunu deneyimleyemeyecek ama gelecek kuşakları böyle bir tehlikenin beklediğini söylemek falcılık olmaz. Sonuç olarak distopik hikâyelerdeki öngörülerin bir çoğu çeşitli formlarda karşımıza çıkmaya başlamadı mı? Her fırsatta Aldous Huxley’in ‘Cesur Yeni Dünya’sına yaklaştığımızdan, George Orwell’ın ‘1984’ünü neredeyse yaşamaya başladığımızdan bahsetmiyor muyuz? Öyleyse ‘Black Mirror’da anlatılan hikâyelerin bir gün gerçek olmayacağını gönül rahatlığıyla söyleyebilir miyiz?
Bu pilav daha çok su kaldırır
Tam da işin distopik tarafından bahsederken aslında varlık sorununa gelmişti sıra. Hatta bu yapay zekâ meselesinin sorgulanması gereken toplumsal, siyasal, etik, estetik, filolojik, teolojik yönleri de var. Ama hepsine birden nasıl girelim bir tek yazıda? Dedim ya bu pilav daha çok su kaldırır. O suları da önümüzdeki yazılara bırakalım. Hadi kalın sağlıcakla.