Mutlu Hesapçı
“Hayatta olmamı sanata borçluyum”
Halil Ergün, sanat dünyasının yaşayan en önemli isimlerinden biri. Tanıklıkları ve yaşanmışlıklarıyla adeta canlı bir tarih. Gözleri, yaşanmışlıkların hikâyelerini anlatıyor, oyunculuğuyla iz bırakıyor, samimiyetiyle kalbimi fethediyor. Her bir rolü, başka bir yolculuk. Halil Ergün ile ‘Dedemin Gözyaşları’ filmi vesilesiyle buluştuk, sohbet sohbeti açtı ve derinlere daldık. Film vizyonda, izlemenizi çok isterim. İyi pazarlar olsun!
Proje size geldiğinde, ilk okuduğunuzda neler hissettiniz ve bu projeyi kabul etme sebebiniz ne oldu?
Açıkçası, projeye gelmeden önce uzun bir ara vermiştim ve yorgundum. Ancak genç ve dinamik sinemacılar her zaman dikkatimi çekiyor ve onlara destek olmak istiyorum. Yönetmen İhsan Taş’ın enerjisi ve heyecanı umut verdi. Tabii ki hikâyesi beni etkiledi ve söz konusu çocuklar olduğu için para konuşmadan, içinde yer almak istedim. Çocukların geleceği üzerine bir şeyler yapmak, benim için çok değerliydi. Şuna inanıyorum dünyayı ve insanlığın geleceğini kadınlar ve çocuklar besleyecek. Ve çözüm yolunun bu olduğunu düşünüyorum. Ayrıca hikâyede bir dede var ve benim de dede noksanlığım. Ben dedelerimi hayal meyal hatırlıyorum. Annemin babasını yani dedemi kaybettiğimizde 3 yaşındaydım, bir cenaze tabutu kalmış gözümün önünde…
“Dede rolünü oynamak benim için çok özel bir deneyimdi”
Karakterinizin hikâyesi sizi nasıl etkiledi, duygusal olarak sizi etkileyen anlar oldu mu?
Oğlunu kaybetmişsin, bir tek hediyesi var yavrusu ve onu da kaybetme noktasındasın. Bundan daha çarpıcı ne olabilir? Karakterim, yalnız kalmış bir adamın kaybettiği oğlundan geriye kalan bir torunla olan ilişkisini yaşıyor. Bu bağ bana oldukça derin bir his verdi. Kendi geçmişimden gelen duygular, bu projede daha da belirginleşti. Birçok an duygusal açıdan beni derinden etkiledi. Annem ben doğmadan önce 6 yaşında kız kardeşimi hastalıktan dolayı kaybetmiş. 80 yaşına geldiğinde bile hala ağlayarak o acıyı hissederdi. Annemin yaşadığı kayıpları düşününce, onun gözyaşları benim için hep anlamlı oldu. Ben de bu film ile oğlunu kaybetmiş bir adamın hikâyesinin içinde buldum kendimi. Bu karakter aracılığıyla o duyguları tekrar yaşadım ve içimde biriken baba duygusunu ifade etmemi sağladı oynadığım karakter. Torunumu oynayan Ali ile olan ilişkimiz, gerçekten bir dede ve torun ilişkisi gibi oldu; Ali, doğuştan yetenekli bir çocuk, onunla birlikte bu süreci yaşamak gerçekten besleyici oldu. Onun kokusu bile beni etkiliyordu, bu da çok özel bir bağ kurmamı sağladı.
Filmde dede rolünü oynamak nasıl bir deneyim oldu? Küçük bir çocukla başrolü paylaşmak nasıldı?
Dede rolünü oynamak benim için çok özel bir deneyimdi. Çocukla birlikte uzun süre çalışmak, benim için unutulmaz bir yolculuktu. Ali, yaşına göre çok olgun bir çocuktu; onunla birlikte oynarken sanki başka bir aktörle çalışıyormuşum gibi hissettim.
“Yalnızlığın arttığı bu dönemde, bir çocuğum olsaydı meşguliyet olurdu, yalnız kalmazdık”
Bir çocuğunuz olmasını ister miydiniz? Bu konuda nasıl hissediyorsunuz?
Kalabalık bir ailede büyüdüm; feodal bir Osmanlı ailesinin geleneğindeyim. Torunlar, çocuklar, yeğenler etrafımda hep vardı. Ama çocuk sahibi olmayı çok düşünmedim. Hayatın getirdiği zorluklar, sinema kariyerim ve ülkenin sorunları ile sürekli meşguldüm. Geçen yıl bir dönem, hayatımda bir çocuk olmasının ne kadar anlamlı olabileceğini düşündüm. Bir kere sevgilim hamile kalmıştı doğur ben bakarım dediğimi hatırlıyorum. Özellikle pandemide o günler düştü aklıma, bir çocuğum olsaydı dedim. Yalnızlığın arttığı bu dönemde, bir çocuğum olsaydı meşguliyet olurdu, yalnız kalmazdık. Böyle gelip geçti bu duygu kalbimde. Bu yaştan sonra da olmayacağına göre, yeğenlerimden o duyguyu alıyorum.
“Yalnız olan bizler evimizi kendimizle kapatıyoruz”
Pandemide yalnızlık duygusu çok ağır bastı ve ben de çok etkilendim. Yalnızlık duygusuna dair neler söylersiniz?
Yalnızlığın giderilmesi duygusunu Dedemin Gözyaşları’ndan sonra çok iyi yorumladım. Yalnızlık, büyük bir duygudur. Herkes kapısını kapatıyor ve kendi ailesine dönüyor. Ama yalnız olan bizler evimizi kendimizle kapatıyoruz. Ailesi olanlar kalabalıklar. Bu süreçte, kendi iç yolculuğuma döndüm. Bir çocuğun sorumluluğunu hissetmek, insanın hayatına anlam katıyor, bunu daha iyi anladım. Bu eksiklik, içimde bir yerlerde kalıyor. İşte bu duyguları film projelerinde, karakterler aracılığıyla gidermeye çalışıyorum.
“Ben çocuklardan yana tavır alıyorum”
Çocukların bu hikâyedeki rolü ve toplumda çocukların durumu üzerine neler düşünüyorsunuz?
İnsanın bir çocuğu, torunu, hatta komşunun çocuğu bile bir zenginliktir ve yaşam bağlantısıdır. Yalnızlığı yok eden budur. Bu adam yapayalnız kalmış, geride hediye olarak gördüğü bir çocuk var. Bunu hep besledim içimde. Hayatı gözlemlediğinizde bunu yansılamanın yollarını da arıyorsunuz oyunculukta. Oyunculuk budur. Hayatı, insanı gözlemlemek ve onu seyirciye aktarmak çabası. Bunun üstünde kafa yorarım ben hep, o beni etkiliyor. Hayata karşı duyarlıyım, yani insana karşı. Başka insanların gerçekliğinin üstüne de kafamı yormuş bir süreçten geliyorum. Hele çocukların, gençlerin acıları ve yakarışları ya da yok edilişleri beni kahrediyor. Bakın bir kız çocuğu Narin, nasıl bir acı olay. Bir sürü insan bir çocuğun hayatını yok edebiliyor. Onun için ben çocuklardan yana tavır alıyorum. Çocukların masumiyeti ve onlara olan sorumluluğumuz, filmdeki en önemli temalardan biri. Hayatın en değerli parçaları olan çocuklar, bizim geleceğimiz. Onları yaşatmak için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız. Ne yazık ki, günümüzde birçok çocuk maalesef acımasızca yok ediliyor ya da ihmal ediliyor. Bu, insanı en mutsuz eden şeylerden biri. Hayatın zenginliği, çocukların masumiyetinde yatıyor. Onlara karşı bir şeyler yapmak, insanlığın temel meselesi olmalı. İnsanlaşmanın temel meselesi bence çocukların üstüne dünyayı kurmanın çabası içinde olan her şey. Sanatta da bunu yapacağız, yapmalıyız!
Film, lösemi hastalığına farkındalık yaratıyor ve dikkat çekiyor.
Lösemi Derneği ile bağlantım, bu film sayesinde yarattığı acıları ve mücadeleleri daha iyi anlamama yardımcı oldu. Destekçi oldum ve onların projelerinde seslendirme yaptım. Bu tür çalışmalarda yer almak, hem topluma bir şeyler katmak hem de kişisel olarak bu acı deneyimlerle yüzleşmek adına önemliydi. Bu süreç, insanlara umut aşılamak ve yalnız olmadıklarını hissettirmek için bir fırsat sunuyor.
“Herkesin bir annesi olmalı, baba kurumuna çok inanmam”
Hepimize Allah sağlık versin ama ölümler sizi nasıl etkiliyor?
Ölüm ve kaybetme kolay iş değil. İnsanın yakınını, komşusunu, arkadaşını kaybetmesi büyük acı. İki gün önce yaş günüm vardı, kimseye söylemedim ama işte duymuşlar, kutlamalar oldu. Çok hoş ama artık yaşım belli bir noktada bir bakıyorsun arkadaşlarımı kaybetmişim. Ve içim müthiş üzüntü doluyor. Şu anda tek alışkanlığım kaç senedir aramadığım arkadaşlarımı aramak oluyor. Arkadaşımı arıyorum, buluyorum ve yaşıyorsa sesini duymak istiyorum. Hele çaresiz bir hastalıkla kaybetmek insanı daha çok etkiliyor. En çok etkilendiğim ölüm annemin ölümü oldu. Sabaha karşı bir telefon geldi, kız kardeşim “Anneyi kaybettik” dedi. Aniden kız kardeşiyle otururken ölüvermiş. Annem muhteşem bir kadındı ve hayatımda çok özeldi. Gömdük, okuduk, üfledik ve ayrıldık. Hep ben evden inerken göl kısmından balkona çıkar, bana seslenir ve el sallardı. Baktım annem yok artık orada. Arabayla gitmeye başladım, yüz metre falan gittikten sonra aynen şu duygu geldi; “İşte şimdi yalnızsın Halil, şimdi gerçekten yalnızsın.” Şunu fark ettim, düşündüm; sen ne halt yaparsan yap, ne olursan ol, tek affeden ana. Koşulsuz seven tek kişi. Seni göğsüne bastıracak tek kişi annen. Annesiz kalmak, hayatta hissettiğim en zor deneyimlerden biriydi. Onu kaybetmek, yalnızlığımı daha da derinleştirdi. Annemin her zaman yanımda olmasını isterdim; çünkü o, beni her durumda seven tek insandı. Herkesin bir annesi olmalı, baba kurumuna çok inanmam onu söyleyeyim ama dedelik başka bir şey.
“Annem öldüğü zaman, işte şimdi yalnız kaldım” dediniz, bu durumda yalnızlıkla nasıl baş ettiniz?
Hayat bana çok zenginlikler verdi. Tiyatroda, sinemada, dostlukta, ülkenin her şeyini yaşadım biliyor musun? Hapishaneleri, işkencehaneleri, sineması, şöhreti, tiyatrosu... Ben sokakta yürüyemeyen bir aktörüm şimdi. Bütün bunlar doyurucu. Yaptığım meslek beni yalnızlıktan kurtardı, iyileştirdi ve iyi geldi. Sadece sen değilsin hayatta; komşun var, ülkem var, halkın var, insanlık var. Sanatın kavgaları var. Bütün bunlarla ilgili olduğunuz zaman, kendinizi meşgul ediyorsunuz. Onlar zenginliğin oluyor. Daha ne olacak? Ama kapını kapattığın zaman, pencereni kapattığında, eve kapandığında, tek başınalık, hüzün de taşıyor iç bağrında.
“En çok özlediklerin Hüseyin Cevahir ve Ulaş Bardakçı”
Gidenlerden en çok özlediğiniz kişi kim?
En çok özlediğim kişi Hüseyin Cevahir. Hüseyin, fakülte arkadaşım olduğu için onunla geçirdiğim zamanlar benim için çok kıymetli. Okuduğu şiirler hâlâ aklımda, "Çocukların koşuştuğu bir avludur kalbin…" Bu şiiri ondan duymuştum ben, duyduğumda içimde bir şeyler uyandı, belki de o dönemki duygusal karmaşanın bir yansımasıydı. Hüseyin'in kaybı… Maltepe'de öldürüldü. O dönemde gençler için ne kadar tehlikeli bir ortamda yaşadığımızı hatırlıyorum. Onun öldürülmesi, sadece benim değil, birçok insanın hayatını derinden etkiledi. Unutmak mümkün değil; yaşadığımız bu travmanın izleri hâlâ içimde. Özlediğim Ulaş Bardakçı, çok özel anılarım var. Ankara'da tiyatro yaparken birlikte vakit geçiriyorduk. Oyun çalışmalarımız sırasında, sıradan günlerde bile çok anlamlı anlar yaşıyorduk. Hatırlıyorum, bir gün ona makarna yapmıştım. Gidiş o gidiş, bir daha da geri dönmedi ve öldürüldü.
Arkadaşlarınız ölüyorken, o dönemde öldürülmekten ya da ölmekten korktunuz mu?
O dönem, arkadaşlarımın birer birer kaybolması ve öldürülmeleri çok zor bir deneyimdi. Tabii ki, bu süreçte ben de ölüm korkusunu hissettim. Biz, bir inancın ve bir safın çocuklarıydık. Ama o dönemde, sanat yapma amacındaydık; bu, bizi bir nebze korudu. Sanat, belki de hayatta kalmamızı sağladı. Dayanışma içinde sesimizi çıkardığımız için, aslında bir tür korunma mekanizması geliştirmiştik. Ancak o günlerde, gençlerin hayatları çok kolayca sonlandırılabiliyordu. Bunu gördüm; bir arkadaşım, evden çıkıp gitti ve bir daha geri dönmedi. Makarna yediğimiz bir akşamdan sonra, hayatını kaybetti.
O dönemdeki sanatsal faaliyetlerinizi anlatabilir misiniz?
O dönemde, Brecht’in Vietnam konulu eserini tiyatroya uyarlamıştık. Kendi tiyatromuzda, gizli örgüt kurduğumuzu söylediler. Bu nedenle hapse girdim. İki buçuk yıl hapiste kaldım, fakat bu yaşadıklarımız hakkında Türkiye’de derinlemesine bir tartışma olmadı. Hesaplaşma ve helalleşme olmadı. Bu ülkenin geçmişiyle yüzleşmesi gerekiyor. Kendi hikâyemi anlatacağım bir kitap yazmak istiyorum. Yazmak istediğim çok şey var, bir hesaplaşma sürecinin olması şart.
“Çiğdem Mater benim elimde büyüdü, ben suçluluk yaşıyorum”
O dönem yaşadıklarınızla günümüz arasında nasıl bir benzerlik görüyorsunuz? Çiğdem Mater benim üniversite arkadaşım, çekmediği bir film yüzünden hapiste yatıyor.
Çiğdem, benim elimde büyüyen bir kız; annesi Nadire de, babası da arkadaşım. Arkadaşlarımız, böyle bir süreçte içeride yatıyorlar. Bu ülkede böyle bir şeyin yaşanması, insanı derinden yaralıyor. Ben suçlulukla yaşıyorum. Nadire’ye Çiğdem’i sorarken bile utanıyorum; selam söyleyebiliyorum sadece, elimden gelen bu. Orada bir kızın, elimde büyüyen Çiğdem’in hapis yattığını kabullenmek gerçekten zor. Diğer yandan, Osman Kavala gibi değerli insanlara yapılanlar da göz ardı edilemez. Kavala, kültürel olarak çok değerli bir adam. Bu ülkeye bakınca, insan olmanın yeterli olduğunu düşünüyorum; solcu ya da sağcı olmak gerekmiyor. Hukukun işleyişi açısından, bu durum kabul edilemez. Biz, emekçiler, işçiler ve özgürlük talep eden bir kuşağın çocuklarıyız. Tiyatroyu ve sanatı bu yüzden yapmaya çalıştık. Çok şey gördük; ben hiç Atatürkçü olmadım, ama Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşları, Cumhuriyet’in kurucuları olarak saygıyı hak ediyor. O dönemi tartışabiliriz, fakat halkın bu bütünlüğü içinde sanat üretmek çok önemli.
“Sevgili halkım, artık kendi talebinizi ortaya koymalısınız; benim hayatım nerede demelisin”
Ancak şimdi başka duygular içindeyim yaşanan siyasal, toplumsal ve ekonomik sorunlar yüzünden Türkiye Cumhuriyeti çözülüyor. Bu, sadece bir kişiyle ilgili değil; bu bir sosyolojik vaka. Ekonomik meseleler var; çocukların geleceği söz konusu. Bugün bir haber dinledim; bilim insanları zamların kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Bu gerçekler, halkı etkilemeye devam ediyor. Sevgili halkım, artık kendi talebinizi ortaya koymalısınız. Biz, sizin için yollara düştük; çok şey söylemeye çalıştık. Bir kuşak yok edildi. Ekonomik taleplerinizi dile getirin; hastaneler, eğitim sistemleri çökmüş durumda. Üniversiteye gitmek bir zamanlar heyecan vericiydi; şimdi durum çok farklı, apartmanlarda üniversiteler açılıyor. Bu memlekette yaşayan insanlar, haklarını aramak zorunda. İnsanlar, kendi haklarını talep etmelidir. Ben insanın kendi hayatını talep etmesi noktasının eksikliğini sormak istiyorum. Benim hayatım nerede diyeceksin ya? Bir dakika hop diyeceksin. Kimsiniz siz ya? Memleket kimsenin değil ki, bu memleket bizim!
En büyük korkunuz nedir?
En büyük korkum, dünyayı terk etmek. Hepimizin bir sonu var ve bu düşünce beni etkiliyor. Geçenlerde Robert De Niro'nun bir açıklaması dikkatimi çekti; mezar taşına "Elimden gelenin en iyisini yaptım" yazılmasını istemiş. Aynı soruyu size yöneltecek olsam, Sizin mezar taşınıza ne yazılmasını istersiniz?
Benim çok değer verdiğim bir oyuncu. Çılgınlığına hayranım; çılgınlar, hayatın rengini artıranlardır. İz bırakmak, sanatın özüdür. Heykeltraşlar, ressamlar, romancılar, aktörler... Tüm bu insanlar, ardında bir iz bırakmak için çabalar. Biz sanatçılar için iz bırakmak, bir misyon gibidir. Mezar taşıma ne yazsınlar zor bir soru ama mezar taşıma hakkımda ne düşündüklerini yazsınlar diyebilirim. Tiyatroda oynadım, filmler yaptım, diziler çektim… En önemlisi de hiç kimseye kötülük yapmadım, kimseyi kıskanmadım, çalmadım, çırpmadım. Anneme ve babama ihanet etmedim. Arkadaşlarıma da öyle. Umarım birkaç filmim kalır akılda. Ailemin yanına, aile mezarlığımıza gömülmek isterim; annem, babam ve sülalem herkes orada yatıyor.