Bahattin Yücel
Turpun büyüğü heybede
Cumhuriyetin geride bıraktığımız 101 yılda izlediği çizgiyi etkileyen, dış gelişmelerin iç dinamiklere baskın geldiği önemli dönemeçlerle karşılaşılır.
Kurtuluş savaşının bitiminde kurulan yeni yönetimin, savaş sürecinde yakın ilişkide bulunduğu ve hatırı sayılır ölçüde yardım aldığı, Sovyetlerle ilişkilerini Yalta ve Potsdam’ın ardından sınırlaması dikkate alınması gereken bir gelişmedir.
Lozan’ın imzalanmasına -24 Temmuz 1923- giden zorlu yolda, liderliğini İngiltere’nin üstlendiği Batı’ya sosyalist bir rejimin kurulmayacağının güvencesini verircesine İzmir’de acilen toplanan, 1.İktisat Kongresi-17 Şubat-4 Mart 1923- bu anlamda ilginç bir örnektir.
Atatürk’ün 1938 yılında kaybedilmesinin ardından Cumhurbaşkanı seçilen İnönü’nün 2.Dünya Savaşı boyunca, başarıyla yürüttüğü aktif tarafsızlık politikasının, demokrasi adına çok partili rejime geçişle sonuçlanması ve 1952 yılında başlayan NATO üyeliği, siyasal tarihimizde köklü bir değişiklik örneğidir.
DP’nin 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanmasıyla hayata geçen çok partili ve Meclise dayalı hükumet sisteminin uygulamaları, 2002 seçimlerinin ardından iktidara gelen, AKP’nin yirmi iki yılda yaptıklarıyla şaşılacak kadar benzeşir.
DP’nin 27 Mayıs 1960 askeri darbesiyle devrilmesi ve 1963 yılında Kıbrıs’ta Makarios önderliğinde ayaklanan, Rumların neden oldukları Kıbrıs sorununun ortaya çıkmasına kadar, Türkiye’de iktidar ve muhalefetin dış politikada ayrı düşündüklerini gösteren gelişmelere tanık olunmaz.
Yaşadığımız bölgeye yönelik tasarımları 1970’li yıllara uzanan, Batı ve onlara karşı Sovyetlerin başlattıkları Ortadoğu yapılanmasının, elli yıllık sürecin sonunda çok farklı bir aşamaya geldiği anlaşılıyor.
1990 yılında Saddam’ın ABD’nin yönlendirmesiyle, Kuveyt’i işgalinin ardından Bölgede siyasal sınırların yeni bir tasarımla değişmeye başladığı çok açık. Örneğin Saddam’ın Kuveyt saldırısının ardından, önce ülkesini ve ardından hayatını kaybetmesine benzer bir gelişme ne yazık ki, Türkiye’nin de desteklediği HAMAS’ın sivil hedeflere saldırısının ardından önce Filistin-Gazze-sonra Lübnan’da yaşandı.
Türkiye doğal ve ekonomik kaynaklarını tüketerek, son seçimlerde halkın desteğini de yitiren bir iktidarın yönetiminde bu yeni dönemece girdi.
Siyasal tarihimizde seçimle gelen, uzun süreli iktidarını kaybetme lüksü olmayan AKP, muhalefetin yetersizliği yüzünden gündemi belirleme şansını yeniden yakalamışa benziyor.
Şimdilik zamana ihtiyacı olduğu için kamuoyunun ilgisini ekonomik güçlüklerden başka bir yöne çekme amacıyla, Harp Okulunda yemin eden teğmenleri ordudan atmaya hazırlanıyor. Ortada gerçekten iktidarı tehdit eden bir itaatsizlik söz konusu olsaydı herhalde Milli Savunma Üniversitesi’nin rektörü ve Kara Harp Fakültesi Dekanı genç teğmenlerden önce atılırlardı.
Siyasal gündem teğmenlere yoğunlaşırken, Bahçelinin beklenmedik Öcalan çıkışı ve kendi tabanının hayretlerine kayıtsız kalışı, muhalefetin gündeminde pek yer bulamadı.
Oysa Atatürk’e aniden artan ilgi ve en önemlisi; Misak-ı Milliden söz edilmesi, Suriye’de yeni bir gelişmenin ortaya çıkacağını çağrıştırıyor.
ABD destekli YPG örgütlenmesinin bir özerk bölge kuruluşuna evrilmesi ve Türkiye’nin koruyuculuğunu talep etmesi, hiç de uzak bir olasılık değil. Hiç arzu edilemeyecek bu gelişme, Demirel’in “Turpun büyüğü heybede” deyişini anımsatıyor.