Hüseyin Tapınç
EN BÜYÜK KİM?
Sürecin bir ucu Osmanlı ve Cumhuriyet tarihini yeniden yazmaya kadar uzanırken, bir diğer ucunda da gündelik ve yakın dönem tarihine dair neredeyse hepimizin bildiği konular bir bakıyorsunuz yeni bir anlam kazanmış, en basit tarihsel gerçekler bile alt üst olmuş.
Öte yandan, toplumsal gerçekliğin inşasında önemli bir rol oynayan dilin kendisi bile yeniden inşa ediliyor, kavramların içi boşaltılıyor, yeni anlamlar yükleniyor.
Elimizin altında var olan ve doğruluğunu bildiğimiz, kanıksadığımız her türlü bilgi kaybolup gidiyor, bize sürekli olarak yeniden paketlenmiş sözde yeni bilgiler sunuluyor.
Toplumsal gerçekliğin ve bir adım ötesinde toplumsal uzlaşının önemli aktörlerinden birisi olan toplumsal kurumlar da bu gerçekliğin yeniden inşasında önemli bir rol oynuyorlar. Bu kurumlar, toplumsal gerçekliğin yeniden inşasında hem hedef hem de araç olarak görev alıyorlar.
Eğitim, aile, din, medya, hukuk ve adalet sistemi gibi kurumlar, toplumsal gerçekliğin inşa edilmesinde merkezi bir rol oynarlar. Bu kurumlar hem kendi başlarına hem de birbirleriyle olan etkileşim neticesinde yeni normların ve değerlerin ortaya çıkması ve bu suretle de toplumsal yapının oluşmasında temel bir işlevi yerine getirirler.
Türkiye’de son yıllarda yaşadığımız birçok tartışma aslında yeni bir toplumsal gerçekliğin ve bunun da bir adım ötesinde yeni bir toplumun inşa edilmesinin kilometre taşlarını oluşturuyor.
Son günlere damga vuran Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay arasında yaşanan tartışma da bu oluşumun bir parçası. Mesele Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay hakkındaki ikinci hak ihlali kararının Yargıtay tarafından tanınmamasının çok ötesinde aslında yeni bir toplum tahayyülünü gerçekleştirmenin bir aracı.
Toplumun en temel toplumsal sözleşme metni olan Anayasa’da açıkça belirtildiği üzere, Anayasa Mahkemesi kararları kesindir; bu kararlar Resmi Gazete’de yayınlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar (Anayasa Madde 153).
Yakın döneme değin hepimizin üzerinde uzlaştığı, hemfikir olduğu ve ilkokul / ilköğretim sıralarında öğrendiği Anayasa’nın üstünlüğü ilkesi bir anda bir toplumsal tartışmanın nesnesi haline geldi. Anayasa ve Yargıtay arasındaki denge gözardı edilerek bu iki yüksek mahkeme bir anda karşı karşıya geldi, karşı karşıya getirildi. İki mahkeme arasında bir bilek güreşi başladı, bu kurumların işlevini ve güç alanını yeniden tanımlama yolunda “en büyük kim” sorusu dolaşıma sokuldu.
Bu sorunun toplumdaki karşılığının son derece önemli olduğuna inanıyorum.
Öncelikle hemen belirtmek gerekiyor ki, Türkiye’nin son iki ayına damga vuran bu tartışma, toplumun çok yakından takip ettiği bir konu değil.
Can Atalay’ın milletvekilliği etrafından şekillenen Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay arasındaki gelişmeler, en azından üç büyük ilde yaşayan seçmenlerin sınırlı bir kesiminin takip ettiği bir gelişme, bu konu seçmenlerin radarına giren bir konu değil. Toplumun gündemi ekonomi (enflasyon, zamlar, hayat pahalılığı, geçim sıkıntısı, artan ev kiraları, emekli maaşlarının yetersizliği, asgari ücret zammı, işsizlik vb.), son zamanlarda da terör ve şehit haberleri ve seçime dair gelişmelerle şekilleniyor.
Bu ilgi düzeyi ve toplumun sadece sınırlı bir kesiminin Anayasa Mahkemesi’nin Yargıtay karşısındaki konumuna dair doğru bilgi sahibi olması, aslında bu toprakların toplumsal gerçekliğin yeniden inşa edilmesi ve yeni bir toplumsal yapının kurulması için son derece müsait olduğunu ve bu amaca ulaşmak için çok fazla emek harcamaya gerek olmadığını net bir şekilde gösteriyor.