Eda Yılmayan
“Her şeye rağmen kalır, yeni bir gazete çıkarırdım”
Zekeriya ve Sabiha Sertel’le ilgili dosyamıza bu hafta Gündüz Vassaf’la devam ediyoruz. Zekeriya Sertel, Gündüz Vassaf’ın dayısı. Onunla Serteller’in Türkiye’nin demokrasi tarihinde neden önemli olduğunu, yaşadıklarını, Tan matbaası baskınını ve yıllar sonra Zekeriya Sertel’in Türkiye’ye gelişini fakat Demirel tarafından Paris’e nasıl geri gönderildiğini konuştuk.
Söyleşimizi gazetenin Youtube kanalından da izleyebilirsiniz.
Zekeriya Sertel anılarını yazdığı Hatırladıklarım kitabında “Gazete bir aynadır. Gazeteci, toplumu, bütün istekleri, bütün dertleri ve kederleriyle bu aynaya yansıtır. Bunu namuslu bir gazeteci gibi sadakatle yaparsa yönetim başındakileri ürkütür.” diye yazıyor. Onun başına gelenlerin sebebi de topluma tuttuğu bu ayna mı?
Ayna çok şeyi gösteriyor. Devlete tuttuğu zaman devlet öfkeleniyor. Burada sözünü ettiğimiz devlet, Türkiye’de iktidarda olan siyasi partiler. İktidara geldiklerinde kendilerini devlet zannediyor, kendilerini devletle eş tutuyorlar. İktidarlarını koruma kamuflajında devletin şiddet kullanma hakkını kullanarak halka saldırıyorlar. Zekeriya Bey daha Cumhuriyet’in ilk yıllarında Mustafa Kemal’in basın yayın genel müdürü olarak devlete ayna tutup uyarırcasına “Basına Ankara sansür koymaz” dediğinde işinden atıldı. Daha sonra İnönü’nün Milli Şef rejimi, Tan gazetesi II. Dünya Savaşı’nda Almanlarla iş birliği yapan yeni bitme Türkiye burjuvazisini, savaş zenginlerini, ifşa edecekken, gazeteyi yıktırdı. Sertelleri hapse attı, yarım asırlık özgürlük mücadelelerinin sonunu getirdi. O günden beri ana akım Türkiye basını patronların çıkarlarının sözcüsü konumunda. Kimsenin bahsetmediği ikinci ayna da Zekeriya Bey’in Sovyetler Birliği’ni yansıttığında Moskova güdümlü Türkiye solunun saldırısına uğraması. Totalitarizme geçmiş bir sosyalizm modeli ki Çekoslovakya’yı işgal etmişler, Nâzım Hikmet’e zor yıllar geçirtmişler. Zekeriya Bey Sovyetler’de sürgün yıllarında buna ayna tuttuğunda bu sefer ona saldıran devlet değil Moskova’ya tabiyetlerinde onu sosyal linçe tabi tutan solcular oldu. Tabi ki Zekeriya Sertel’in son dramı ailemiz için acılıydı. Fakat asıl sorun bu ayna kendilerine tutulduğunda Türkiye solunun tutumu. Kendi sansürünü Türkiye toplumuna yutturamaması. Ülkenin geçirdiği bunca özgürlük yoksunu ortama rağmen bir türlü halkın gözüne, yalanlarından, oto sansüründen, kendini kahraman ya da mağdur gösterip özeleştirisini yapmamasından, ülkede yıllardır süregelen bunca baskı rejimlerine rağmen başarılı olamaması. Zekeriya Sertel hem devletin hem de bugün bile özeleştirisini yapamayan Türkiye solunun mağduru oldu. Mağdur olurken solun bağnaz tutumuyla asıl mağdur olansa Türkiye oldu.
Anılar ve biyografiler farklı bir tarih okuması yapmamızı sağlıyor. Dayınızın yaşadıklarına bugünden dönüp bakınca neler görüyorsunuz? Bir arpa boyu yol gidebilmiş miyiz?
Gençliğinde Makedonya’da başlayan Selanik’te devam eden ve Cumhuriyet kurulana kadar gelen ilk yıllarında bir ülkü peşinde kendisi ve o ülkü gerçekleşiyor. Çünkü Osmanlı’nın ayağına prangalar geçmiş yüzyıllara bağlayan döneminden kurtuluşunun habercisi Zekeriya Bey’in gençliği. Selanik’te çıkardığı dergiler, işgal altında İstanbul’da İngilizlerin onu hapse atmasına da neden olan yazıları, görüşleri. O bir hayat zaten. Gençlik için yazdığı gençliğe hitap eden, Hayat ve Şebab kitabı Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinden daha evrensel bir şekilde yeni bir gençliğe ışık tutuyor. Orada bir arpa boyu yol değil çok az ülkenin özellikle Ortadoğu, Asya, Orta Amerika, Afrika ülkelerinin hiç alamadığı yolu, Osmanlı’nın son yıllarında yeşeren eğilimlerle de Cumhuriyet’le çok kısa zamanda aldı. O cumhuriyet hâlâ var. İktidar partisinin baskı ve propagandasına rağmen ülkenin yarısından fazlası cumhuriyetin ideallerine sarılmış vaziyette. Başta Cumhuriyet’in olmazsa olmazı kadınların özgürlüğü. Onun için arpa boyu yoldan çok çok daha uzun bir yol alındı. Bunun somut bir örneği Annem Belkıs. Dört yaşındayken Kuran okuluna gidiyor, Kuran’ı hatmediyor. Cumhuriyet’in kurulmasıyla Amerikan Kız Koleji’nde okuyor, İstanbul Üniversitesi’nde sınıf arkadaşları Niyazi Berkes’le, Macit Gökberk’le, Muzaffer Şerif’le felsefe eğitimi alıyor. O da yetmiyor, oradan Harvard’a gidiyor. Harvard’da mezuniyet sonrası fakültesinin ilk kadın öğrencisi oluyor. Bu Cumhuriyet’in başarısı.
“ARPA BOYU YOL ALAMAYAN TÜRKİYE SOLU”
Ama benim daha çok merak ettiğim daha sonraki süreç.
Bu arpa boyu yolu alamayan Cumhuriyet değil, Türkiye solu. Türkiye solu Alman faşizmine karşı İngiltere ve ABD’den çok özellikle Sovyetleri tutuyordu. Savaş bittikten sonra birdenbire Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak talebi, Kars ve Ardahan’a göz koyması, Boğazlarda hükümranlık talep etmesi nedeniyle Türkiye solunun ayağının altından halı çekildi. Bunu görmek istemeyen sol, hele Türkiye’nin çok partili rejime geçmesiyle elindeki imkanlarını kullanmak yerine Moskova’ya bağlılığında Türkiye’den koptu. Devlet her zaman demokrasiye karşı iktidarını güçlendirmek ister fakat Türkiye solu bu fırsatı kaçırdı. Bağnazlığıyla kaçırdı. Sovyetler Birliği’nde milyonlarca insanın öldürülmesini, gulaglara aydınların sürülmesini, muhalif gençlerin akıl hastanelerine yatırılmasını sansürledi. Zekeriya Bey bunu gizlemediği, Nâzım Hikmet’in bu nedenle hayal kırıklığına uğradığını yazdığı için son yıllarında topa tutuldu. Onun için arpa boyu yol o bağlamda alınamadı.
Peki aileye dönecek olursak anneniz Belkıs Hanım’la çocukluğundan, dayınızdan konuşur muydunuz?
Annem kendi çocukluğunu dahi anlatmazdı. İlk önce dayımdan örnek vereyim. Kimlerdensin diye ona sorulduğunda öfkelenir, tek cümleyle kesip atardı. “Ben Arap atı değilim” derdi. Makedonya’dan büyük bir felaketten sonra Türkiye’ye göç ediyorlar. Ellerinde birkaç parça kıyafetle göç etmeye mecbur kaldıklarında, Cumhuriyet’in kurulmasıyla hep yarına baktılar. Geçmişlerinden hele bu acılardan kendilerine kimlik edinmezlerdi. Bugün bazı uluslar, ezilenler geçmişlerine neredeyse prangayla bağlanıp mağduriyetlerini tekrarlamakla ileriye gidemiyorlar. Annem de Zekeriya Bey de, Cumhuriyet’in ilk kuşakları geçmişi konuşmazdı. Yoksa tabii ki azınlıkların da başına gelen felaketlerin bilincindeydiler. Almanların ‘zeitgeist’ dediği zamanın ruhu buydu.
Kardeşlerden Yusuf’a ne olduğunu merak ettim. Ağabeyi Zekeriya Sertel onu yanında Selanik’e götürüyor. Kardeşi için yatakhanede yatağının yanına başka bir yatak konuluyor ve büyük çocuklarla büyüyor Yusuf. ‘Aşk ve İdeoloji Gençliğimin Kayıp Yılları’ kitabınızı okurken bir belgeye rastladım. Adınız Yusuf Hatiç Gündüz. Adınızdaki Yusuf, dayınız Yusuf’a mı ait?
Evet annemin çok sevdiği dayımın adı. Onun yaşamı bir anlamda yeni kurulan Cumhuriyet’e açılan bir pencere. Çünkü Cumhuriyet okumak isteyenleri yurtdışına yolladı. Yusuf Sertel Macaristan’a gitti, tütün çalıştı. Osmanlı Türklere etrâk-ı bi idrâk derdi. Osmanlı için Türk aptaldı, köylüydü, cahildi, gericiydi. Malum Osmanlı sülalesi, padişahlar Müslüman kızları cariye olarak bile saraya almazlardı, hep yurtdışından, başka dinlerden kızlar gelirdi. Ama Cumhuriyet’le birlikte hanedan yıkılınca kalabilenler canı gönülden yeni rejimle bütünleşti. Türkiye’de Cemile Sultan’ın torunu Behrement, Yusuf Sertel’in karısı oldu. Cumhuriyet’le Osmanlı başka türlü de birleşebildi. Fransız devriminin, Sovyetlerin hanedana vahşetini bir düşünsenize. Burada asla olmadı.
RESSAM İBRAHİM ÇALLI’NIN ENVER PAŞA’YA YANITI
Zekeriya Sertel’in anılarında dikkatimi çeken bir ayrıntı da Enver Paşa’ya ilişkin. Sertel, “Enver Paşa birdenbire aydınların koruyucusu rolünü oynamaya başlamıştı” diyor. Enver Paşa, Çallı’dan bir resim istiyor. Resmi tamamlayıp Enver Paşa’ya getiren ressamdan, bazı değişiklikler yapmasını ister. Çallı da cebinden çakısını çıkarıp resmini keser. “Paşam ben ressamım, resim yaparım, ilan değil” der ve çıkıp gider. Sizinle konuştuğumuzda annenizin İbrahim Çallı’dan resim dersi aldığını söylemiştiniz.
Evet ondan resim dersleri almış. Şunu hatırlıyordu: Sanatta özgürlüğün ifadesi. “Kızım resmini serbest elin cereyanı ile yapacaksın, onu bunu kopya ederek değil!” demiş Çallı. Enver Paşa’nın Çallı örneğinde olduğu gibi aydınların desteğini almak istemesi çok önemli. İktidarların veya iktidara oynayanların en azından Türkiye’de de gördüğümüz hep aynı oyun. Enver Paşa rejimi devirip başka bir rejim kurmak istiyor. Bunu sadece topla tüfekle yapsa zor olacak, insanları kandıramayacak. Kandırmak için her zaman muhalefetin düşünen, yazan insanlara, sanatkârlara ihtiyacı var. Düşünen insanlar da genelde istibdattan kurtulmak istediği için o rejimi devirmek isteyen siyasi hareketlerle bazen el ele sıkışıyorlar. Enver Paşa buna bir örnek. Aynı şeyi Demokrat Parti kurulduğunda Adnan Menderes, Celal Bayar ve Fuat Köprülü, Zekeriya ve Sabiha Sertel’le el sıkışıp “Bizi desteleyin, birlikte dergi çıkaralım” diyorlar. Son anda korkuyorlar. Gene de Türkiye solu 1950 seçimlerinde DP’yi canla başla baş tacı ederek destekliyor. Sonra Soğuk Savaş’ta Türkiye’nin ABD’ye mahkumiyetinde NATO karakolu olmasıyla canı fena yanıyor. Aynı şey gene Türkiye’de ‘yetmez ama evetçi’ denilen kişilerin, ki çoğu Türkiye solunun farklı ekollerinin temsilcileri, kritik bir dönemeçte rejime verdikleri destek. Aydınlar hep böyle ellerini heyecanla uzatıyorlar, geri çekmekte güçlük çekiyorlar, gerçi çekebilecek konuma gelmeden sürgün ediliyorlar, hapse atılıyorlar. Bugün de Türkiye tarihinde üçüncü, dördüncü defa bunu yaşıyor. Başka bir örnek de askeri darbeler. Gene Türkiye solu bu darbelerin arkasında. Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk gibi askeri darbe meraklıları iktidar düşlerinin fitilini yakarken sonunda kurbanlar Deniz Gezmişler, Hüseyin İnanlar Yusuf Aslanlar oldu.
DIŞA VURUMCU SANATIN ORTAYA ÇIKIŞINDA CIA’NIN ROLÜ
İktidarların aydınları desteklemesi meselesi sadece Türkiye’ye özgü değil. Soyut ekspresyonizmin ortaya çıkmasında CIA’nın parmağı olduğu bilinir. Sanatın merkezi olan Paris’in gücünü kırıp New York’u merkez haline getirmek için sanatçıları destekliyorlar.
Her ülkenin nasıl büyükelçiliği var, kültür ataşeliği de var. Mesela Melih Cevdet, Ecevit’in Paris’te kültür ataşesiydi. Şimdi yumuşak güç demeye başladılar. Her devlet dış politikasını kültürle de ikame ettirmeye çalışır. Bunun bir örneği de 1950’den sonra Türkiye ABD’nin kuklası olmaya başladığında o zamana kadar aydın denilen kesim Fransa ve Almanya’ya kültür olarak yakınken, sahneye yeni çıkan ABD, Hemingway gibi yazarlarının Türkçe’ye çevrilmesi için burada yayınevlerine para yolladı. Amerikan edebiyatının Türkiye’ye ilk kapsamlı gelişi bu şekilde oldu. Başka bir örnek ABD’li ressam Jackson Pollock. Sovyetler’de geçerli olan işçi sınıfının gücünü gösteren resimler, sosyalist gerçekçilik. Pollock gibi dışavurumcu resimler yapılamıyor. Hatta Nâzım Hikmet Sovyetler Birliği’nde partinin yasakladığı, soyut resim yapan genç ressamları kendi evinde ağırlayıp onlara sergi açtırmıştı. Pollock örneğinde ise sanat galerilerine gene CIA para veriyor, onların resimlerini alsınlar satsınlar göstersinler ki Sovyetler’de olamayan bir sanat ekolünü cazip kılabilsinler. Pollock farkında değil kendiliğinden meşhur olduğunu sanıyor. Zekeriya Bey, Nâzım Hikmet bir dönem farkında olmadan kendilerine gösterilenlerin etkisi altında aldanarak Sovyet propagandasının aracı oldular. Özellikle Bulgaristan’da sosyalizmi överken buradaki Türk kökenli Müslümanlara gerici diye baktılar ta ki rejimin Türklerin isimlerini zorla değiştirdiğini, camilerini kapattıklarını görene kadar. Başka bir örnek de Gazap Üzümleri’nin yazarı John Steinbeck. Stalin döneminde Sovyetler’e gidiyor. Her gittiği yerde sofralarla karşılaşıyorlar, kuş sütü eksik olmayan sofralar kuruluyor. Dönüyor, bunları yazıyor. Farkında değil ki ülkede kıtlık varken bu büyük sofralar sırf parti üyelerinin Steinbeck’i kandırmak için devletten aldıkları paralarla kurabildikleri sofralar.
“ZEKERİYA SERTEL DEMOKRAT OLDUĞU İÇİN SOL TARAFINDAN KÜÇÜMSENİYOR”
Sabiha Hanım’la evlilik süreçleri de ilginç. Dönme bir ailenin kızıyla evleniyor. Kapalı bir toplum dönmeler. İttihat ve Terakki o dönem bu evliliğe çok önem veriyor çünkü iki toplumu birleştireceğine inanıyorlar. Nasıl bir evlilik ve yol arkadaşlığıydı onların ki?
Kuvvetli bir yol ve hayat arkadaşlığı. Düşünceleri ters düşse dahi özellikle Sabiha Hanım, yengem Türkiye Komünist Partisi’nin tepelerinde. Zekeriya Sertel ise demokrat olduğu için sol tarafından küçümseniyor. Fikir ayrılıklarına rağmen Sabiha Hanım’ın bazen gazete yönetiminde de Moskova’nın etkisi altında ya da duyurmak istediklerini yazarak, yazdırtarak gazete politikasına ters düşebilmelerine rağmen hayat arkadaşlıkları, ele ele tutuşmaları her şeyin üstünde. Birçok çiftin boşanmasına gidecek olaylara rağmen kenetleniyorlar her seferinde.
Hatta TKP’ye yönelik 1951 tevkifatında Sabiha Sertel ve kızlarının da tutuklanacağı haberi Zekeriya Sertel’e ulaşıyor, ondan sonra yurt dışına gidiyorlar. Zekeriya Sertel gitmese gitmez aslında. Kızını ve eşini bırakmıyor.
Bana bir gün “Yıldız ve yengen için yurtdışına gittim yoksa Türkiye’de kalırdım, her şeye rağmen yeni bir gazete çıkarırdım. Başına da Yıldız ve seni getirirdim” demişti. Ben ve Yıldız önemli değiliz ama o yıllarda demokrasinin sesini, solun sesini duyurabileceği tek yer neredeyse Zekeriya Sertel’in yayınları olduğu için Türkiye’de kalsaydı, sermayeye ve iktidarlara göbekten bağlı ana akım medya, patronların eline düşeceğine, ülkede kamuoyunun oluşması ve demokrasi arayışları bambaşka yerlere gidebilirdi.
Paris’teki yıllarında da üretmeye, yazmaya devam ediyor. Orada yazdıklarının hepsi basıldı mı, saklı kalan ya da kaybolan metni var mı?
Bildiğim kadarıyla yok. Çin’i, ABD’yi, Sovyetler’i yazdı. Babıali’de dostlarını yazdı. Sürgün yıllarında siyasi mülteciyken gazetem olsaydı ne yazardım diye köşe yazıları yazdığını söylemişti ama ne kadar istikrarlıydı, oldu mu olmadı mı, kayıp mı oldu, çünkü yok, bilemiyorum. Ama gazetesi olamadığı, özgürlüğü elinden alındığı günlerde de gazetesi varmış gibi her gün bir makale yazma düşünü taşıyordu. Paris’te Sorbonne’da hukuk okurken sosyolojinin kurucusu Durkheim’ın öğrencisi olmuş. Notları kaybolmadıysa ender rastlanabilen bir kitap olur.
SERTELLER’LE MOSKOVA’DA BULUŞUYORLAR
Yıllar sonra annenizle birlikte Moskova’ya Psikologlar Kongresi’ne gidiyorsunuz. ‘Gençliğimin Kayıp Yılları’ kitabınızda “Yengem Sabiha Sertel’i 1950’li yılların başında gördüğümde dört yaşımdaydım. Çocukluk anılarımda yaşattığım kararlı, kuvvetli, Türkiye komünizminin efsanevi kadını bunca yıl sonra karşımdaydı” diye yazıyorsunuz. Peki yıllar sonra onu yeniden görünce neler hissettiniz? Gözlemleriniz ne oldu?
Peredelkino’dayız. Moskova’ya yakın bir köy, yazarların evlerinin bulunduğu bir yer. Pasternak’ın evi orada, Nâzım Hikmet komşusu. Aynı zamanda yazarlar kampı da var. Yazarlar oraya gelip istirahat edip yazabiliyorlar. Dayım ve yengem de bizi orada ağırladılar. Washington’dan geliyorum o zaman, 1968 yılı, öğrenciyim. Pentagon’da yürüyüşlere katılmışım. Orayı işgal etmeye çalışmışım. Aramızda genç Chomsky bile var. Sosyalizmin kabesi, gerçek burada diye Moskova’ya geliyorum ve o gerçeğin yüzleri karşımda. Özellikle Sabiha Hanım nezdinde. Sabiha Hanım bana “Buraya faşizm gelmiş” diyor. Orada bir anda şaştım. Fakat çok uzun sürmedi şaşkınlığım. Çünkü Moskova’da geçirdiğim o zamanki Leningrad, şimdi St. Petersburg’da geçirdiğim birkaç hafta, konuştuğum eski Türk komünistleri, sağ kalabilenler, Nâzım Hikmet’in yoldaşları, aklıma gelenler Sabiha Sümbül, Şükrü Martel Türkiye’de solun gizlediği başka bir gerçeği görmeme neden oldu. Moskova’dan büyük bir hayal kırıklığıyla ayrıldım. Türkiye’ye döndüğümde de Türk solunun toz kondurmadığı, taptığı kabeden ne kadar uzak olduğunu görmüş oldum.
“MODA’DAKİ EVLERİ DEVRİM ÖNCESİ FRANSIZ SALONLARI GİBİYDİ”
Peki Moda’daki evlerine ilişkin anılarınız, hatırladıklarınız neler?
Çok keyifli. Evin güzel bir bahçesi var, Romanlar gelir bakla falı açar, yoğurtçu, sütçü gelir, yorgan dövülür, Moda İskelesi’ndeki kayalardan denize girerim, sandal kiralanır, kadınlar hamamında annemle denize girerim. Evde hep bir üniversite kütüphanesi havası vardı. Yüksek sesle konuşulmaz ama belli düşüncelerin konuşulduğu, tartışıldığı bir ev, sıcak bir evdi. Bir çocuğu ürküten değil, tam tersi kucaklayan bir evdi. Türkiye’de o yıllarda yazar, çizer kim varsa buluşmak istedikleri yer o evdeki sofralardı. Bir tür Paris’te Fransız Devrimi öncesi salonları gibi.
AZİZ NESİN KAPI KAPI DOLAŞIP GAZETE DAĞITIYOR
Tan matbaası baskınının ardından Zekeriya Sertel “40 yıllık birikimimi kaybettim” diyor. Bu, yaşamlarında nasıl bir kırılmaya yol açıyor?
ABC Matbaası da gençlerin hedef aldığı başka bir yayınevi de var. Bir sol avı var. Başta Tan Gazetesi tabi. Bir küçük ayrıntı da birçok kişinin meze olarak sofrasına gelen salata Tan yıkılına kadar o salatanın adı meyhanelerde, evlerde, şarküterilerde Rus salatası. Fakat Tan’ın yıkılması o denli bir kırılma noktası ki korkudan meyhanelerde Rus salatasının adını Amerikan salatası olarak değiştiriyorlar. Başka bir örnek Beyoğlu’nda reklamları olan Tan çorapları. Ertesi gün adı değişiyor, Can çorapları oluyor. Türkiye’de düşünce bir kez daha korkuyla susturuluyor. Arkasından da 1951 tevkifatı, solcular hapse atılıyor, çalışamaz, yazamaz oluyor. Aziz Nesin’in Levent’te evleri kapı kapı dolaşıp gazete dağıttığını hatırlıyorum. Derken 6-7 Eylül’de Aziz Nesin ve başka solcular hapse atılıyor. Tan başlangıcı bunun.
ZEKERİYA SERTEL’İN NAZIM HİKMET KURULU’NDAN KOVULMASI
Nâzım Hikmet’le Sertellerin Resimli Ay’dan başlayan dostlukları var. Sürgün yıllarında da bu dostlukları devam ediyor. Fakat Zekeriya Bey Milliyet Gazetesi’ne Nâzım Hikmet’le ilgili yazdığı yazı nedeniyle Nâzım Hikmet Kurulu’ndan atılıyor. Ne oluyor?
Zekeriya Sertel’in Nâzım Hikmet’le ilgili iki kitabı var. Biri Türkiye’den ayrılana kadar Nâzım Hikmet’i anlatan ‘Mavi Gözlü Dev’ kitabı. Hep beraberler. Türkiye’den ayrılmaya mecbur kalmadan son gününde fotoğrafta Münevver Hanım, oğlu Mehmet Hikmet ve dayım Zekeriya Sertel var. Bu kitap Nâzım Hikmet’in neredeyse her şiirini hangi koşullar altında yazdığı, etrafında o günlerde neler olduğunu, Nâzım Hikmet o şiiri yazarken aklında kimler olduğunu anlatan, Fransızların edisyon kritik dediklerine yakın bir kitap. İkinci kitabı Türkiye’den ayrılmaya mecbur kaldıktan sonra Nâzım Hikmet’in geçirdiği yıllar. Yine her şiirini hangi bağlamda yazdığı var. Fakat Türkiye Yazarlar Sendikasını kızdıran, onların inandıkları, başka türlü bilmedikleri, isteseler bilebilirlerdi belki, azıcık Fransız, İngiliz basınını okusalar bilirlerdi, putlarının yıkılması yani Moskova kabesinin yıkılması oldu. Nâzım Hikmet’in son yılları şairin hayal kırıklığı yaşadığı yıllar. Sovyetler’de mümkün olduğu kadar durmamak için hep seyahat ediyor, Küba’ya, Mısır’a, Fransa’ya, Lehistan’a gidiyor. Gitmediği yer yok! En güzel şiirlerini o seyahatlerinin özgürlüğünde yazıyor. Bir de aşk şiirleri var. Moskova’da artık dili kesilmiş gibi. Rejimle, Rusya ile ilgili şiirler yazamaz oluyor. Zekeriya Bey’in ‘Nâzım Hikmet’in Son Yılları’ kitabı Moskova’dan gelen emirle Türkiye’de birçok aydın denilen kişiler tarafından topa tutuldu. Levent’te dayımla birlikte aynı evde kalıyorduk. “Sen ne biçim adamsın, hainsin, bunaksın” gibi farklı el yazılarıyla tek merciden çıkmış mektuplar geliyordu. TKP kendisini Zekeriya Sertel’i lanetleyerek sanki kedi pisliğini örter gibi kurtarmaya çalışıyordu. Hatta o denli ki yazarlar sendikası Zekeriya Sertel’i, Nâzım Hikmet’le ilgili kuruldan ona hakaret etti diye atıyor. Aziz Nesin o zaman Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı, o da bu bağnazlığa karşı istifa ediyor. O kurulda hatırladıklarımdan Ataol Behramoğlu, Şükran Kurdakul gibi isimler var. Dayımı topa tutuyorlar. O zamanki eşim de TKP camiasında. Levent’te hep birlikteyiz. Akşam eşim ve dayımla Ibsen’in ‘Bir Halk Düşmanı’ oyununa gideceğiz. Orada düzene kafa tutan bir doktor vardır. Doktoru ailesiyle birlikte mahvederler. Eşimin dayımı kastederek “Ben o adamla sokakta görünmem” dediğini hatırlıyorum. Daha da acısı o zamanki Yazarlar Sendikasının İkinci Başkanı Şükran Kurdakul. Evimizi arıyor bana telefonda “Sen Boğaziçi’nde psikoloji hocasısın, Zekeriya Bey’e deli raporu yazsan da bu musibetten kurtulsak” diyor. O yıllarda bağnazlığın bu ibret verici anları içimizde kim hain, kim polis korkusuyla günlük yaşamımıza sızmıştı.
Anılarında Paris’ten ülkesine gelişini, havaalanında tutulduğunu, bir gece misafir edildiğini fakat çok sevdiği İstanbul’u göremeden yeniden Paris’e gönderildiğini okuyoruz.
Orada işin perde arkası var. Bana ima edilen fakat söylenmeyen bir perde arkası var. Hasan Esat Paris’te büyükelçi. “Siz vatandaşlıktan atılmadınız, gidebilirsiniz” diyor. Türkiye’den Hürriyet Gazetesi onun geleceğini biliyor. Fakat arkasında 27 Mayıs’ı yapan ve sonrada tabi senatör olan, Türkiye demokrasisinde solun alkışladığı böyle bir şey var. “Biz hayat boyu senatörüz” diyorlar ve mecliste ikinci birim kuruluyor. Parlamento bir de senato var. Zekeriya Bey’in Türkiye’ye dönmesini istiyorlar, akıllarında ne var bilmiyorum. Fakat sonradan Demirel’in Türkiye’ye Zekeriya Bey’i almak istememesinin nedenini MIT raporlarından naklen Adalet Partisi Başkan Yardımcısı akrabamızdan öğreniyorum. Bunlar genelde iktidarı yanıltmak için derin devletin de parmağı olan düzmecesi olabilir. Eğer Zekeriya Bey Türkiye’ye dönerse solu birleştirecekmiş. Sol bin bir parça. Dayımı da döndüğünde kırmızı halıyla karşılayacağı mesajları geliyor. Onun için Türkiye’ye sokmuyorlar. Sokmak isteyen, gelmesini isteyense belki sol darbe yapmak isteyen karanlık güçler olabilir mi? Kim olduklarını bilmiyorum.
DEMİREL’İN TALİMATIYLA PARİS’E GÖNDERİLDİ
Peki siz Vatan Gazetesi için yaptığınız söyleşide ona bunu sorunca izlenimleriniz ne oldu?
İki seyahati var. Hatırlaması kimsenin mümkün de değil, yaşamıyor çoğu. Birincisinde, yani demin atıfta bulunduğum, Türkiye’ye geliyor, Yeşilköy’e iniyor, polis, gazeteciler orada. Polis koluna giriyor, “Başbakan sizi Ankara’da bekliyor, bu akşam misafirimiz olacaksınız” diyorlar. Onu Yeşilköy’de Çınar Oteli’ne götürüyorlar. Bu arada gazeteciler bir gariplik olduğunun farkında. Çınar Oteli’nde geceyi geçiriyor, balkonda iki polis, odasında bir polis, kapıda iki polis daha. 90 yaşına yakın. Ertesi sabah havaalanına Demirel’e gitmek üzere götürülüyor, gazeteciler kokuyu almışlar havaalanında “Zekeriya Bey hasta ol” diye sesleniyorlar. Yani “Yat, hasta ol ki sana ne yapacaklarsa yapamasınlar.” Zekeriya Bey anlıyor ama öyle bir oyun oynamak istemiyor. Bindirildiği uçak Demirel’in talimatıyla Ankara’ya değil Paris’e gidiyor.
Devlet böyle adamların elinde. Kaç yıl sonra hatırlamıyorum Türkiye’ye gelmesine izin çıkıyor. Toprağımda ölmek istiyorum diyor, birlikte Paris’ten geliyoruz, Vatan Gazetesi’ndeki söyleşimiz o günlerde, Türkiye’ye dönmeden birkaç gün önce yayımlanıyor. O zaman devlet peşine düşmüyor. Hatta takside giderken arkamıza, sağımıza, solumuza bakıyorum, peşimizde kimse yok! Ya içimizde çok polis vardı veyahut da artık hiç kale almıyorlardı, bizi rahatsız eden kimse yoktu.