Mutlu Hesapçı
“Ego çok tehlikeli, kısa tutmak lazım Pitbull’un tasmasını, herkesi ısırır...”
Kendisini her gördüğümde bir masa kurasım geliyor ve onun sohbetinin içinde benden mutlusu olmayacaktır öyle ki benimle aynı düşüncede olan o kadar çok insan var ki! Çünkü nevi şahsına münhasır biri kendisi ve anlattıkları anlamlı ve kıssadan hisse hikâyeleri üstelik terapiye girmiş gibi bir his de barındırıyor. Olduğu gibi olan, oyunculuğuyla başka bir yerde duran ve memleketimin güzel abisi dediğim hemşerim Erkan Can ile yine bir buluşma yaşadım. Bu kez buluşmamızın nedeni ‘Dünya Varmış’ film seti ziyaretimdi. Sinema seyircisini geleceğe götürmeye hazırlanan yönetmenliğini Ali Adnan Özgür’ün yaptığı kadrosunda Engin Altan Düzyatan, Sarp Bozkurt, Melisa Şenolsun, Ece Sükan, Atilla Olgaç, Erkan Can, Suzan Kardeş, Ali Sürmeli, Ezel Akay, Bahtiyar Engin, İskender Altın’ın yer aldığı ‘Dünya Varmış’ filmi 22 Kasım’da sinemalarda olacak. Filmi heyecanla bekliyorum. Tabii ki film setinde Erkan Can’ı yakalamışken yine kendisiyle uzun bir sohbet ettim ve sohbetten bir bölümü de sizlerle paylaşıyorum. Ayrıca sohbetimizi mutluhayatperdesi/ youtube kanalımdan da video olarak izleyebilirsiniz. Herkese mutlu pazarlar dileriz.
‘Dünya Varmış’ filminin setindeyiz. Nasıl bir film?
Oh be dünya varmış dediğim bir setteyim ve yerdeyim diyebilirim. Biraz karışık bir film, çok fantastik, absürt bir film. İzleyenler keyif alacaklar. Başka bir film; hem olayın içinde olacaklar, hem de dışarıdan bakabilecekler. Filmin epik bir durumu da var. Onun için tam da anlatmayalım çünkü hep sürprizlerle dolu bir film. Spoiler vermeyelim hikâyesi bizi tutuyor, aslında üzerine konuşulacak çok şeyi var filmin.
“Nasıl hayatta kalırızın hazırlığı var filmin içerisinde”
Anladığım kadarıyla ben biraz açmak isterim konusunu… Pandemiyle bir sınav verdik ve dedik ki; dünyanın sonu geldi ve hepimiz öleceğiz. Ve bütün sistemimizi ona göre değiştirdik. Atlatır da ölmezsek, bu hikâye biterse yeni bir dünya ve yeni bir sistem kuracağız dedik. Ama insanoğlu olarak geç kaldık çünkü her şeyi biz mahvetmiştik. Filmde de buradan yola çıkarak yeni bir medeniyet, bir arayış hikâyesi var herhalde değil mi?
Aynen öyle, üstüne hiçbir şey söylemiyorum, çok güzel açıkladın. Böyle böyle olursa, dünya böyle olursa, durumlar böyle olursa ne yapabilirizin bir ön hazırlığı var. Eğer böyle bir şey olursa bununla hayatta nasıl kalırızın hazırlığı var filmin içerisinde. Şimdilik kısaca böyle diyebilirim.
“Sanat çünkü kırmadan, dökmeden, öldürmeden tertemiz yapar işini”
Bir şey daha var filmin içerisinde o da sınıf farklarıyla ilgili bir mevzu. Kast sisteminden kurtulamıyor dünya. Bir üst sınıf var bir de alt. Hepimiz bir üst sınıfa geçmek istiyoruz. Türkiye'ye baktığınızda bir orta sınıf vardı ama şu an ekonomik krizde onu da yok etmiş durumdayız. Neden insanlar arasında böyle bir kast sistemi var?
Çünkü insan, yani insan… İlla bir kısım insan bu herkesi yönetecek diye bir durum var, hep o yaratılıyor. Filmde de işte bir üst sınıf var, bir alt sınıf var. Yöneten ve yönetilen var. Bu tarihten beri de böyle ama bu ileride değişir mi bilmiyoruz. Çok da ümit yok gibi ama o kadar da umutsuz, ümitsiz olmamamız gerekiyor. Bunun için savaşmak gerekiyor, mücadele etmek gerekiyor. Ve bu mücadelenin en etkin, etkili şekli de sanat. Doğru film yaptığında, doğru tiyatro yaptığında, doğru heykel yaptığında… Sanat çünkü kırmadan, dökmeden, öldürmeden tertemiz yapar işini. Sanat zaten hep barıştan yanadır. O yüzden kırmadan, dökmeden, ikna ederek insanları eğitir.
“Hiç kimsenin tekelinde değildir sanat”
Bir de insanları eşitleyen de bir şey sanat. Bir sergiye, sinemaya, tiyatroya herkes gidebiliyor. Ama bir mekâna gittiğinde bazı insanları almayabilirler. Ama sanat söz konusu olduğunda bütün herkese kapılar açılabiliyor.
Sanat herkese açıktır. Hiç kimsenin tekelinde değildir sanat. İyi bir şey yapıldıysa, yapılıyorsa, estetik bir şeyse insanlar onu alkışlar.
“Rütbeleri atıp ruhumuzla konuşmamız gerekiyor”
Şimdi bu ast-üst ilişkisiyle bağlantılı size dair şunu söylemek istiyorum; Siz bütün insanlara kim olduğuna tırnak içinde bakmadan eşit mesafede olabiliyorsunuz ve herkesle sohbet ediyorsunuz. Aslında olması gereken bu ama ünlüsünüz ve böyle üst perdeden bakan bir hikâyeniz yok.
Rütbeleri sevmem. Konuşurken rütbeleri kaldırırım. Unvanları kaldırırım. Öyle konuşmak gerekiyor. Ben çocukluğumdan beri böyleyim. Yani bunu özellikle böyle yapayım da aman şöyle olayım, böyle olayım diye düşünmüyorum. Bu zaten benim yaradılışım. Ben babamdan, abilerimizden, bizden önceki kuşaklardan böyle gördük. Bu davranış şekli bize geçmiş kuşaklardan kalan bir şey. Yeni yeni çıktı bu işler; işte ne diyeyim onun rütbesi varsa, bir yerdeyse, bir şeyin CEO'suysa, bilmem ne ise insanlar hep birbirini uyarıyor. Ne gerek var hepimiz insanız işte oturup sohbet ediyoruz; çay, kahve içiyoruz. Burası öyle bir yer değil, onun makamı değil, benim makamım değil, bir şeyim değil. Rütbeleri atıp ruhumuzla konuşmamız gerekiyor. Kırmadan, dökmeden konuşmak gerekiyor. Saygılı konuşmak gerekiyor. Samimi olmak gerekiyor. Ben de ömrüm boyunca hep samimi olduğuma inanıyorum. Öyle gidiyor ve ilerliyor hayatım.
“Kendimize bakıp kendimize çeki düzen vermemiz gerekiyor”
Bambaşka bir tedrisattan geçtiğiniz için belki de böylesiniz. Ne varsa eski oyuncularda, eski insanlarda var, sizleri mütevazı kalabilen kuşak olarak görüyoruz. Oyunculuk artık çok popüler hale geldiği için şöhret hikâyesi mi biraz insanları değiştiriyor yoksa insanın özünde ne varsa öyle mi?
Evet, yani insanın egosu hep var, egosuz yok. Bu ego insanı dürter, farklı yerlere götürür, fazlası olumsuz olur yani kötü enerji çeker. İşte insanların da kendinin farkında olması gerekiyor. Gençlere bakıyorsun ona da bir şey demiyoruz şimdi. Sonra sonra hayat dersini veriyor, yani hayattan derslerini alabiliyorlarsa alıyorlar, çıkarımlarını yapabiliyorlarsa yapıyorlar. Eğer egosuna yenik düşüyorsa yedisinde neyse yetmişinde de o oluyor. Biraz egomuza, kendimize bakmamız “Ne ararsan kendinde ara” diyor ya onun gibi bir şey. Kendimize bakıp kendimize çeki düzen vermemiz gerekiyor. Hayat insanı yoğuruyor.
“Biz o egoları çocukken kırdık”
Siz bunu peki nasıl sağlayabiliyorsunuz? Dediğiniz gibi ego her an hepimize gelebilir ve başka biri yapabilir ve başka bir şeye dönüşebilirsin. Siz bunu kendi iç sisteminizde nasıl dengeliyorsunuz?
Biz o egoları çocukken kırdık. Mahallede, kahve sohbetlerinde hep bunlara dair şeyler konuşulurdu. Şimdi bir sürü kesimden benim abilerim var, hep onları dinledim. Ben küçükken hep büyüklerle gezerdim. Şimdi de gençlerle geziyorum. Yeni dünyayı anlamak için onlara daha çok bakıyorum, onlarla olmaya çalışıyorum.
“Okuduğun zaman zaten kitaplar herkese her şeyi öğretir”
Neler öğreniyorsunuz o gençlerden?
Her şeyi öğreniyorum. Kafasını tiyatroya yatırmış, sanata yatırmış çok güzel, çok iyi oyuncular, çok gençler var. Onlar da ileride on numara olacaklar, şu anda da iyiler. Egosu yüksek olanlara da buradan söyleyelim; ego çok tehlikeli, kısa tutmak lazım Pitbull'un tasmasını. Saldı mı ısırıyor herkesi, ego öyle bir şey. O yüzden bunun temeli okumak. Okuduğun zaman zaten kitaplar herkese her şeyi öğretir. Kendini bulursun, kendini araklarsın, kendine dönersin, araştırırsın, bakarsın. Kendini bunlarla meşgul ettiğin zaman ego bir bakmışsın kaybolmuş, ne yapıyorum dersin ve kendine gelirsin.
“Kendimi eğliyorum bir çocuk gibi çünkü en sevdiğim iş bu”
Oyunculuğu siz nasıl tanımlarsınız, tarif edersiniz? Oynamak size ne hissettiriyor?
Oynamak… Oyun oynuyorum işte ya... Eğlenmek, kendimi eğliyorum bir çocuk gibi çünkü en sevdiğim iş bu; çocuk oyun oynar, bir sürü oyuncağı vardır, sürekli oynamak ister. Oyun böyle bir şey ve insanı geliştiren bir şey ve hep uyanık tutan bir şey. Artık o bende otomatikman gelişti. Ben şöyle derim; radar, sonar, telsiz hep açık bende. Bir oyuncuda açık olması gerekiyor. Hiçbir şeyi gözünden kaçırmaması gerekiyor. Ne yapıyorsa yapsın hep o kafasının bir tarafı radar, sonar çalışınca farkında olma durumudur. Farkında olmak! O yüzden hızlı araba kullanmam mesela, sevmem. Şimdi yavaş gidersen her tarafı seyredersin, detayları görürsün. Ama işte gençler hızlı gidiyor, her şey hemen olsun istiyor. Ama oysaki olmuyor. Zamanı kullanmaktır oyunculuk bir anlamda da. Çünkü sahneye çıktığın zaman rolünü yaparken, oynarken zamanı kullanabilirsin. Hızlı gidersen, ezber ezber gidersen kafandakileri yapamazsın. Ama o zamanı kullandığın zaman oyunculuğun tadına varır insan. Bu nasıl bir şey dersin? Sonsuz. O yüzden zamanı iyi değerlendirmek, boşa oturmamak, otursan bile her yere bakmak, görmek, fark etmek.
Oyunculukla geçen 50 yıl…
Oyuncu olmak hayattan sıkılmana izin vermiyor gibi çünkü karakterden karaktere giriyorsun gibi bir hikâye var. Bir de yaşlanmana izin vermiyor sanki.
Vermez. Çünkü biz boş duramayız. Her karakter heyecan yaratır. Bir proje, bir şey çalışırız, okuruz. Kafayı oraya yatırdı mı rahatlarız biz. Bir plan program yaparız, bir disipline gireriz. O disiplin iyidir. Tiyatro disiplini başkadır. Tiyatrocu olmayan oyuncular var şimdi, onların çoğunu tanıyorum. Bir tiyatro yapalım falan dediğinizde bazıları o disipline giremiyor. Ne olursa olsun sabah 10 prova, saatlerce süren provalar ve yönetmen ne derse onu yaparız. Kafamız hep oyuna takılır, ezber düşünürüz. Bizden mutlusu yok. Canımız sıkılır ama bu tatlı bir can sıkıntısıdır. Her şey bir disiplin işi. İyi disipline edersek kendimizi her işte, her şeyde o zaman başarılı olursun. En güzel mabedi bırakıp gitmektir disiplin. Orada çok güzel mabet var ama yarın benim çekimim var, işim var.
Meslekte kaç yıl oldu.
Bilmiyorum ki derken 74'ten bu yana say işte. 50 sene.
Çok acayip yarım asır 50 sene, bu kadar yıl nasıl geçti?
Çok hızlı geçti.
Öyle mi hissediyorsunuz?
Tabii hızlı geçti. Hep öyledir ya hayat. Çok mutlu geçti, hızlı geçti. Çok güzel geçti. Geriye dönüp baktığımızda kötü anlarımız, zamanlarımız oldu ama hiç bunlardan of puf demedim, demem. Çünkü hayat öyle bir şey.
Tiyatro yapmak çok önemli değil mi?
Hep tiyatro, hep tiyatro. O dönemler hepimiz konservatuara girip Devlet Tiyatrosu ya da Şehir Tiyatroları’nda oyuncu olmak istiyorduk. Mesleğimiz oyunculuk, oyuncu olarak devlet memuru olmaktı. Bursa'ya gidip, Bursa Devlet Tiyatrosu’nda oyuncu olmaktı isteğim. Ne televizyon var, ne telefon hiçbir şey yok. Okul bitti, Bakırköy'ü kazandık, orada oynadık. O ara televizyonlara işler başladı. Mahallenin Muhtarları dizisi çıktı, kanallar açıldı, o açıldı, başka bir şey oldu. Bambaşka bir şeye dönüştü hikâyem.
“Zafer Algöz çok iyi hikâye anlatıcısıdır, ağzın açık dinlersin”
Bana göre çok iyi bir hikâye anlatıcısısınız; bu özelliğiniz yaşam tarzınızdan, okumaktan ve halkın içinde çok olmaktan mı kaynaklanıyor?
Minderde iyiyim derler. Sohbette anlatırım, o da içimizden geldiyse taşı gediğine koyduysak anlatırız. Ama bunu televizyonda hiç denemedim. O da başka bir iş. Mesela Zafer Algöz bunu çok iyi yapar. O hem ortamda da çok iyi anlatır. Zafer televizyona taşıdı bunu, iyi bir hikâye anlatıcısıdır, çok güzel anlatır. Ana konunun etrafını önünü arkasını süsler böyle ağzın açık dinlersin.
“Bir gemi metaforundan memleketi anlatan evrensel bir filmdir”
Filmografinize, oynadığınız projelerin geneline baktığımda hepsi çok güzel işlerdi. Ayırt edebilmek çok zor ama Gemide'yi başka bir yerde görüyorum. Çünkü o Türk sinemasında bir çığır açan, farklı çarpan bir filmdi. Çok acayip bir şeydi Gemide… Gerçekçi sinema mı denir, öyle denir. Gerçek, natürel ve konu itibariyle bir gemi metaforundan memleketi anlatan evrensel bir filmdir. Dünyanın her yerinde herkes seyredebilir ve çok şey anlatan bir film Gemide. Yeni sinemacıların yaptığı bir şey bu Gemide ve Laleli'de Bir Azize. İki film aslında buna bir üçleme de diyebiliriz. Laleli'de Bir Azize ve Gemide iki ayrı film. Kadına baktığınızda kadının Laleli'den Gemide'ye kaçırılışı. Üçüncü film sizin kafanızda, iki filmin birleşimi kadının hikâyesidir aslında. Biz bunu böyle tasarladık da yaptık. İki film iç içe geçti ve çok şey anlatır, kült oldu.
“Buraya dikkat edelim arkadaşlar, böyle bir durum var” diyerek Takva’nın görevini yaptığını düşünüyorum
Kült olan bir film daha var Takva. Öngörüsü çok yüksek ve çarpıcı filmdi. Filmde işlediğiniz konuların ekseninde bu dönemde Kızıl Goncalar dizisi var. Buna daha neler söylersiniz? Kızıl Goncalar dizisini biliyor musunuz?
Biliyorum, hepsine bakıyorum şöyle. Bakıyorum geçiyorum. Takva tek bir film. Takva senesinin Asya'nın en iyi üçüncü Avrupa'nın en iyi dördüncü filmi. Dünyanın her yerinden ödülleri var filmin. Bence bir başyapıt diyebiliriz. Takva işte anlatıyor fazla bir şey söylemeye gerek yok; Takva'yı alsınlar, seyretsinler, baksınlar bakalım. Sanat söyler, hep onu söylerim. Bir şeyi tamir edemez, yapamaz ama orada bir yara, bir problem varsa sanat hep onu işaret eder “Buraya dikkat edelim arkadaşlar, böyle bir durum var” diyerek Takva’nın görevini yaptığını düşünüyorum. Sinema geleceğe kalacak bir şey, diziler çekiyoruz eyvallah ama sinema en kötüsü bile kan kırmızı derler ya o geleceğe kalır eksiğiyle, gediğiyle.
‘Alevli Günler’ oynamaya devam ediyor ve yaz turnesine çıkıyor
‘Alevli Günler’ oyunu devam ediyor şimdi yaz turnesi var bir sürü yere gideceksiniz değil mi?
Valla bütün Anadolu bu yaz Adana, Mersin, İzmir, Aydın daha birçok yere gideceğiz. Bu yaz yine gezeceğiz oyunla. Sonra bir Londra'mız var, sonra belki bir Berlin yapacağız. Görüşmeleri yapılıyor. Bu oyunu pandemiden önce oynuyorduk Cem Davran’ın yerine Güven Kıraç geldi. Yıldıray Şahinler’in yerine Levent Ülgen geldi. Bahtiyar Engin ile biz değişmedik. Yeni kadro ile yola devam ediyoruz. Oyun eğlenceli, güzel bir oyun, biz de çok eğleniyoruz tabii. Bakıyoruz, daha başka oyunlar da koyacağız, sırada bir sürü oyun var. Planlar bitmiyor, planlar ve hayaller bittiği zaman zaten ölüyorsun.
Hala hayal kurmaya devam ediyorsunuz.
Tabii hayal kurmadan olmaz.
“Mantıklı kurmak lazım o hayali”
Çok uç hayaller kurar mısınız yoksa olabilecek hayaller mi?
Olabilecek hayaller kurarım. Mantıklı kurmak lazım o hayali. Hayalin de bir mantığı olması gerekiyor. Yapılabilecek meslekle ilgili hayaller… Hayalimiz bizim ne? Bir oyun koymak, bir senaryo olur, bir şey olur.
Bu da olmaz dediğiniz bir hayaliniz gerçekleşti mi mesela?
Hemen olmuyor, hayal için bir zaman lazım. O zamanı harcayıp o zaman içerisinde çalışıp peşine düşmek gerekiyor. Hayal kurdun hiçbir şey yapma ee olmaz o hayal.
Neler sizi çok rahatsız ediyor, mutsuz ediyor?
Her şey rahatsız ediyor. Haksızlıklar, adaletsizlikler rahatsız ediyor.
Sanat para kazandıran bir şey mi?
İyi oluyorsa, olursa kazandırır. Yani estetik olursa, estetik çerçevenin içinde olursa her şey, çok kötü şeyler bile anlatsan sinemada, tiyatroda ama o estetikse alkış gelir.
Ekmek paranı çıkartırsın hikâyesi aslında.
Çıkartırsın ama çalışmak önemli, çalışmadı mı olmuyor. İlk 30 senesi zor diyor Altan Erbulak. İlk 30 senesi zor, her işte öyle.
“Çok zorluk çektik ama çekmemiz gerekiyordu, hiç isyan etmedim”
Çok zorluk çektiniz mi?
Biz o dönem zorluk çektik tabii ki. Bunu da şey yapan arkadaşlarımız da var; Ben şöyle zorluk çektim, böyle oldu diyerek ağlayanı da sevmem. Çektik ama çekmemiz gerekiyordu. Bu zorlukları çekerken de hiç isyan etmedim hiç ama. Telefon kulübesinde çok uyuduk. Konservatuarda sahnede Olgun ile çok yattık. Evimiz olmadı, arkadaşlarımızda kaldık ya da tiyatroda yattık. Paramız hep ortaktı. Ama şimdi gençler daha çok zorluk çekiyor. Çünkü benim zamanımda tarlalar ekiliyordu, biçiliyordu. Anam yapıyordu salça, turşu, tarhana çorbası, erişte her şeyi memleketten getiriyorduk. Bakkaldan bir ekmek alıyorduk, bir tuz, şeker o kadar. Şimdi bir sandviç alıyorsun dünya para. Bir de ayran içsen yanında bitti. Yok, şimdi daha zor çocukların, gençlerin işi. Şimdi öyle eken biçen de yok kalmadı, evlerde üretimler de durdu.
“Zamanı gelmeden gül bile açmaz…”
Olgun Şimşek ile pes etmeme hikâyeniz sabırlı oluşunuzdan da kaynaklı olabilir mi ve tabii meslek aşkı…
Durduk çünkü zamanı kullanmak işte, sabretmek gerekiyor. Senin istediğin zaman olmuyor ki. Zamanın sahibi biz değiliz, biz olsak tamam yapacağız ama değil. O yüzden bekledik, pes etmedik. Çok zorluklar oldu ama hiç fark etmedik, yürüdük gittik ve sonunda olduğunu biliyorum ben. Hayatım öyledir; beklerim, o olur. Onu deneyimledim kendi içimde.
Tamamdır yani. Zamanı gelmeden gül bile açmaz diyor ya... Zamanı gelir, bekleyeceksin. Takva’da da diyor ya Halvet'e geliyor, bekleyeceksin diyor Muharrem'e. Kırk gün bekleyeceksin.
Bekleyeceksin! Onun gibi bir şey yani.
Erkan Can yönetmenliğinde Sait Faik hikâyesi sahneye taşınıyor
Sahneye bir oyun koyuyorsunuz şimdi ve sizi çok heyecanlandıran bir proje, detaylarını anlatır mısınız?
Bir Sait Faik hikâyesi “Meraklısı için Öylesine Bir Hikâye’ yönetmenliğini yaptığım Savaş Dinçel'in uyarlamasıyla sahneye koyuyoruz çünkü zamanında en iyisini Savaş abi yapmış. Müjdat Gezen mezunu, Mısırlı Ahmet’in perküsyon öğrencilerinden Bilal Altınçekiç oynuyor, ona klarnette Bedirhan Şentürk eşlik edecek. Müzikleri canlı olacak ve karavanda oynayacağız. Öncelikle 26 Temmuz’da İstanbul’da oynamaya başlıyoruz ardından bir çekme karavan ile bütün Anadolu’yu gezeceğiz, planımız bu.