Dünyanın en tuhaf mahlukuyuz.

Bu şiir bize ayna tutuyor ve çok acı bir gerçeği dile getiriyor. Tıpkı Platon’un mağarasında gölgelere bakmamız ya da George Orwell’in Boxer’ından farksız yaşamamız gibi. Gözlerimizi, kulaklarımızı gerçeklere kapatmış, aklımızı kiraya vermişiz. Sorgulamıyoruz, neden sonuç ilişkilerini kuramıyoruz. Hatta bizi diğer hayvanlardan ayıran en önemli özelliğimiz olan düşünmenin ne olduğunu, nasıl yapıldığını bile bilmiyoruz.

 

Büyük şair Nazım Hikmet’in dizeleri bunlar. Bana sorarsanız, hiç yazmak istemezdi bu şiiri. Ama Nazım gibi şairlerin kaderidir bu. Onların külliyatı hiç yazmak istemedikleri şiirlerle doludur. Fotoğraflarda büyüyen Memedine, kavuşamadığı memleketine, hasretini çektiği sevgilisine, hayalini kurduğu düzene… Yazar da yazar. “Çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler” diye yazar. Onun yazdıklarında buram buram isteksizlik kokusu alırsınız. Her dize adeta haykırır “keşke böyle olmasaydı da ben de bu dizeleri yazmasaydım” diye. Dünyanın en tuhaf mahluku şiiri de böyledir. Ama anlayana…

[caption id="attachment_596068" align="aligncenter" width="298"] Nazım Hikmet[/caption]

 

ANLAMAYAN BİRİ…

Her yazıda olduğu gibi bunu yazmaya başlamadan önce de küçük bir araştırma yaptım. Bu araştırma sırasında, yirminin üzerinde kitap yazmış Prof. Dr. Erol Göka’nın 29 Mayıs 2014 tarihinde Yeni Şafak’ta yazdığı bir makaleye rastladım.[1] Bir psikiyatrist olan Göka, Recep Tayyip Erdoğan’a duyulan nefretin psikolojisini yazdığını iddia ettiği bu makalede, Erdoğan’ı koruyan ve ona övgüler düzen ifadeler kullanmış. Gazete sayfalarında herhangi bir siyasetçiye methiyeler düzen yazarlara hep bir şüpheyle bakmışımdır. Erol Hoca için kalemini kiralamış demek çok ağır bir itham olur ve böyle bir iddiada bulunmak istemem ama bu kadar kitap yazmış bir insanın okuduğunu anlamamış olmasına şaşarım doğrusu. Erol Göka, bahsettiğim bu yazısına Dünyanın en tuhaf mahluku şiiri üzerinden Nazım’ı eleştirerek başlamış. Diyor ki: “Nazım Hikmet’in son dizelerini aktardığımız ünlü “Dünyanın En Tuhaf Mahluku” şiirinde, daha adından başlayarak, onun ideolojisinin peşinden gitmeyen halka yönelik belirgin bir öfke var. Öfkesini dizginlemekte zorlandığı, şiirin akışı boyunca açıkça belli oluyor. “Akrep gibisin”, “Koyun gibisin” gibi benzetmelerle halkı yerden yere vuruyor şair. Hakkını yemeyelim bu alabildiğine hırpalayıcı tutumuna rağmen halka bir sevgi ve merhamet beslediğini de ihsas ettirebiliyor.” Sonra da eklemiş. “Şiir analizi yapacak değiliz…” Yapmayın zaten hocam. Hele de anlamadığınız bir şiirin analizini hiç yapmayın. Keşke bir siyasetçiye övgüler yağdırmak için yazdığınız yazıda Nazım’ı da bir araç gibi kullanmasaydınız. Keşke onu ideolojisinin peşinden gitmeyenlere öfke duymakla suçlarken kendi ideolojinize yenik düşmeseydiniz.

 

Bu şiir Erol Göka’nın iddia ettiği gibi halka öfke kusan bir deyiş değil. Aklınıza gelecek bütün siyasetçilerden daha çok halk sevgisi taşıyan bir adamın yazmak istemediği bir şiir o. Bunun en belirgin kanıtı da Göka’nın yazısına başlık yaptığı o ünlü “demeğe de dilim varmıyor ama” dizesi. Hani ‘dost acı söyler’ diye bir atasözümüz var ya, işte tam da onun karşılığı.

 

 

KABAHATİN ÇOĞU…

Erol Göke’nin bu şiiri yazısında neden kullandığına ve Nazım’a nasıl haksızlık ettiğine dair tespitlerden sonra gelelim benim bu şiiri bu yazıda kullanma nedenime. Geçen haftaki yazıyı okuyanlar hatırlayacaktır. İstisnasız tüm siyasetçileri yalancılıkla ve tabii bu özelliklerine dayanarak da ahlaksızlıkla itham etmiştim. O görüşlerimin arkasındayım elbette. Ama onların böyle olmasının tek nedeni kendi çıkarlarını, kendi erklerini korumak mı? Söyledikleri yalanlara inanmaya dünden razı olanların, üzerini örtmeye çalıştıkları gerçeklerin peşine inatla düşmeyenlerin kabahati yok mu? Olmaz mı? Hatta Nazım’ın da söylediği gibi kabahatin çoğu bizim, yani halkın.

 

Bu şiir bize ayna tutuyor ve çok acı bir gerçeği dile getiriyor. Tıpkı Platon’un mağarasında gölgelere bakmamız ya da George Orwell’in Boxer’ından farksız yaşamamız gibi. Gözlerimizi, kulaklarımızı gerçeklere kapatmış, aklımızı kiraya vermişiz. Sorgulamıyoruz, neden sonuç ilişkilerini kuramıyoruz. Hatta bizi diğer hayvanlardan ayıran en önemli özelliğimiz olan düşünmenin ne olduğunu, nasıl yapıldığını bile bilmiyoruz. Nazım da bizden nefret ettiği için değil, aksine bizi çok sevdiği ve derin uykumuzdan uyanmamızı istediği için yazmış bu şiiri. “Keşke halk böyle olmasaydı da ben de bunları yazmak zorunda kalmasaydım” diyerek yazmış bu şiiri.

 

Bizim halk olarak, siyasetçinin yalanlarına inanmaktan daha büyük bir günahımız var aslında. Biz siyasetçiden o yalanları söylemesini talep ediyoruz. Hatta biz kendi kendimize yalan söylüyoruz.

 

AHLAK VE LİYAKAT UMURUMUZDA MI?

Bir yandan siyasetçi ahlaklı olsun istiyoruz, diğer yandan “çalıyor ama çalışıyor” diyoruz. Bu sözle ahlaksızlığı meşrulaştırdığımızı ve aslında çok büyük bir ahlaksızlık içinde olduğumuzu göremiyor muyuz? Bir yandan liyakatsiz yöneticilerden şikâyet ediyoruz, diğer yandan sadece beş yıl önce bir ilçenin belediye başkanı olan siyasetçiyi Cumhurbaşkanı olarak görmek istiyoruz. Biz gerçekten liyakat istiyor muyuz? Bir yandan hükümeti kentsel dönüşüm yapmamakla suçluyoruz, bir yandan kaçak binalarımızı ‘imar barışı’ yalanıyla affetti diye seviniyor, koşa koşa yine ona oy vermeye gidiyoruz. Biz ne yaptığımızı biliyor muyuz?

 

Hadi itiraf edelim. Biz siyasette ahlak, liyakat, bilgi, beceri, akıl aramıyoruz. Biz popüler olanın peşinden gidiyoruz, siyasetçi de popülist politikaların. Sonra biri ilçe belediye başkanlığına tiyatrocuyu, öbürü büyük şehir belediye başkanlığına futbolcuyu aday gösteriyor. Öbürü desen zaten en popüler benim, kimi aday göstersem seçilir deyip İstanbul’a bir belediye başkan adayı çıkartıyor, adam evlere şenlik. Beykoz’u Avrupa yakasında zannediyor, 65 yaş üzeri vatandaşlara zaten bedava olan ulaşımı bedava yapacağını vaat ediyor, öğrencilere %82 indirimli olan ulaşım için %40 indirim yapacağım diyor, gittiği açılış töreninde “biz neyin açılışını yapıyoruz” diye etraftakilere soruyor. Diyarbakır’a bir aday çıkartmışlar, 100 TL’ye bir tepsi simit alabileceğini zannediyor. Seçim seçim değil adeta sirk. Peki bunlar da “derya içre olup deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf” olan bizim kabahatimiz değil mi? Bu tiplere biz pirim veriyoruz ki siyaset sahnesine çıkmaya cüret edebiliyorlar.

 

Eski bakan Berat Albayrak övünerek “Cumhurbaşkanımız çıksa, şuradan Ay’a kadar dört şeritli yol yapacağım dese vallahi inanırız” diyen bir seçmenden bahsetti. Bunu gerçekten söyledin mi canım kardeşim. Eğer söylediysen artık Nazım’ın dilinin varmadığı sınırları çoktan aşmışsın demektir. Kabahat yalan söyleyen, gerçekleri örten, saçma sapan vaatlerde bulunan siyasetçide değil, “kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”

[1]

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gönç Selen Arşivi