Özlem Özdemir
Bir Cumhuriyet Aydınına Veda…
Cumhuriyet gazetesinde çalışmayı hayal ederek bu işe başlayan her gazeteci gibi, ben de Cumhuriyet okuyarak büyüdüm. Ali Sirmen, Uğur Mumcu benim idollerimdi. Genç bir gazeteci için üstad dediği meslek büyükleriyle tanışmak çok değerlidir. En azından benim için öyleydi. Ali Sirmen ile 2012 yılında Boxer dergisi için yaptığım röportaj için tanıştık. Sonra da ne mutlu ki, Ali Ağabey diyecek kadar yakınlaştık. Dünya tatlısı eşi Mine Abla ile birlikte çay eşliğindeki sohbetlerimiz artık anılarımın kıymetli köşesinde saklı. Bu yazı, benim için bir görev, bu topraklardan iyi ki geçtiniz Ali Ağabey, sizi çok özleyeceğim…
Ali, tek başına oğlunu büyütmeye çalışan öğretmen bir annenin oğluydu. O nedenle 7 yaşında ilkokula Galatasaray Lisesi'nde yatılı olarak başladı. Ama yatılı okumayı hiç sevmedi. O nedenle kafasında büyüyünce şu olacağım gibi şeyler yoktu. Büyüyünce sadece özgür olmak isterdi… Özgür olmayı düşleyen küçük Ali, kaderin cilvesinden midir bilinmez, yazık ki büyüyünce durmadan hapse girecekti…
Yine de gazeteci olacağı çocukluktan belliydi. Daha ilkokulda adı “Işık” olan bir gazete çıkardı. Yıllar sonra bunu ukalalıktan yaptığını söyleyecek, “Okuldan Altan Öymen, kız kardeşi Gülden Öymen ve Örsan Öymen; Öymen Kardeşler diye bir gazete çıkarıyorlardı. Fakat Altan ve Örsan’ın genlerindeki gazetecilik yapısı gereğince evden haberler veriyorlardı, ben herkese okuldan haber verirken. Onun için onların gazeteleri daha haberciydi,” diyecekti.
Ayrıca yine arkadaşlarıyla duvar gazeteleri çıkartırdı, duvara kartondan hazırladıkları gazeteler asılırdı. Bir de “Doğan” adıyla çıkan bir okul gazetesine daha üçüncü sınıfta yazı yazmıştı. Ali henüz ne olacağını bilmese de hayat onu gelecekteki kaderine hazırlıyordu.
Bir Gazetecinin Doğuşu
Üniversitede hukuk eğitimi aldı. Aslında okurken avukat olmayı istiyordu. Paris’e doktoraya gittiği zaman Hulusi Turgut’un aracılığıyla Doğan Özgüden ona Akşam gazetesinin Fransa muhabirliği görevini verdi, böylece 1965 yılında profesyonel gazetecilik hayatı başladı. Bir yıl sonra da dış politika yazarlığına geçti. Akşam’daki ilk yazısı; Eylül 1966’da, ikinci sayfadaki “Dış Haberler ve Yankıları” başlığı altında “Vietnam’da Seçimler” adlı yazıydı. Muhabirliğinin az olmasından hep üzüntü duyacaktı çünkü ona göre de esas gazetecilik muhabirlikti. Bu dönemde politika dışında pek çok konuda da yazdı. Hatta "enginarlar kararmasın diye ne yapmak gerekiyor?" gibi şeyler bile yazacaktı.
Gazeteciliğe başladığında ideali, pek çok gazeteci gibi, Cumhuriyet’te yazmaktı. Ama onun Cumhuriyet’e ilk adım atışı ta çocukluğuna dayanıyordu. Cumhuriyet’in Cağaloğlu'ndaki konağına ilk gittiği günü hiç unutmayacaktı: Yıl 1950 idi, Ali ilkokuldaydı. “Kore’de Mehmetçik” diye bir şiir yazmış, öğretmeni de bu şiiri çok beğenerek Cumhuriyet’e vermesini söylemişti. O konağa girdiğinde aklında iki şey kalmıştı, merdivenler mermerdendi, solda da kapıcılar duruyordu. Küçük Ali onları müdür zannetmişti. İkide bir burnunu çekiyordu çünkü yanına mendil almamıştı, şiirini müdür sandığı kapıcılara verdi, gitti… Bir gün Cumhuriyet gazetesinin çınarı olacağından elbette habersizdi. Ama o güne biraz daha zaman vardı.
12 Mart döneminde de 1971’de Akşam’da çalışırken de hapse girdi. Hapisteyken İlhami Soysal’la ikisi gazeteden atıldılar. Hapisten çıktıktan sonra askere gitti. Sonra Yeni Ortam’da dış politika yazıları yazmaya başladı. Cumhuriyet’te Mehmet Barlas’tan boşalan yer olunca, bir gün Nadir Nadi Ali Sirmen'i görüşmeye çağırdı. Bu davetle havalara uçmuştu. Nadir Bey, "Yazılarınızı okuyorum, bizimle çalışır mısınız?" dedi. Ve hayali gerçekleşmişti, bu onun için gazetecilik hayatının en önemli anıydı.
3 İsimli Gazeteci
Gazetecilik kariyeri ona özgürlük değil mahpusluk ve türlü acılar getirecekti ama o asla yılmadan bu yolda yürüyecekti. Zaman zaman takma isimlerle yazması da gerekti. Örneğin; Barış Derneği davasından tutukluyken 1985 Ocak ayı ile 1986 yılının Mart ayı arasında Samim Lütfü takma adıyla Cumhuriyet gazetesinde haftada üç kere yayınlanan yazılar yazdı. Bu adı, babasının adı Samim, onun babasının adı da Lütfü olduğu için seçmişti. Bu yazıları “Kelepçeli Yazılar” başlıklı bir kitapta topladı. Daha sonra Bekri Çeşnici adıyla gastronomi yazıları yazdı. Bu adı da ona çeşnici yemeklerin tadına bakan anlamına geldiğinden Lütfü Tunç bulmuştu. Bu yazılar da diğer yazılarla aynı gün çıkıyordu. Pazar günleri bir de söyleşi yapıyordu Cumhuriyet’te. Bir söyleşide adı çıkıyordu bir kendi köşesinde. Üçüncü bir yerde de olmasın diye bir isim bulmak en akla yakın olandı. Böylelikle Ali Sirmen'in artık üç adı vardı.
Cumhuriyet’e girdikten 18 sene, 12 Eylül’den sonra, Hasan Cemal Cumhuriyet’in başına geldi. Cemal’in ekibiyle, gazetenin yazar-çizer kadrosu arasında bir ihtilaf oldu. Hasan Cemal, Okay Gönensin bir yanda kaldılar; diğer yazarlar bir tarafta... Gazeteden ayrılan yazarlar arasında Ali Sirmen de vardı. O ayrılıktan sonra Milliyet gazetesinde çalışmaya başladı. Milliyet’e gittiği zaman Turhan Selçuk ona; "Geldin buraya ama sanma ki Cumhuriyet’teki gibi yazarlar, çizerler, şairler ikide bir gelecekler," demişti. Çünkü onların döneminde Cumhuriyet’in en üst katında Nadir Bey’le aynı katta yazarların odaları bulunurdu. Orası Ali Sirmen'in deyimiyle ayrı bir mektepti. Orada Sabahattin Kudret, Necati Cumalı, Oktay Akbal, Agop Arat, Lütfü Özkök, İlhan Selçuk, Melih Cevdet gibi yazarlar, çizerler, karikatüristler toplanırlardı. Yaptığımız röportajdan o güzel döneme dair iki anıyı paylaşmadan edemeyeceğim:
“Bu isimler bir araya gelir ve öğlen rakı içmeye giderlerdi. Öğlen rakısından dönenler de Nadir Bey'in odasına gelirdi. Nadir Bey, ‘Hoş geldiniz, geçin oturun, neredeydiniz?’ diye sorar, onlar da öğlen rakısındaydık deyince,’İyi iyi, çok iyi, ne kadar içtiniz?’ derdi. ‘Bir buçuk büyük içtik’ cevabını alan Nadir Bey de ‘Ama çok’ der, onlar da, o gün masada Melih yoksa mesela onun adını söyleyerek, ‘Yok canım, hepsini zaten Melih içti, biz az içtik’ diye cevap verirlerdi.”
Bir başka hoş anı: “Birbirlerine hem de incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler yüzünden küserler, takışırlardı, çocuk gibiydiler. Zira bir keresinde Melih Cevdet ile Oktay Akbal dargınmışlar birbirlerine uzun süredir. Oktay Akbal öğleyin Hacı Baba restoranda yemek yiyormuş. Garson bir adama, ne içersiniz beyefendi demiş, adam ayran deyince Oktay Akbal bakmış, Melih Cevdet’in sesi. O yana dönünce Melih Cevdet de ona, ‘Ayran deyince şaşırdın ona bakıyorsun değil mi? Dün çok kaçırmışım da ondan’ diyor. İki senedir ilk defa konuşmaları bu oluyor. İşte böyle hoş bir alemdi.”
Her şey değişir
Ali Sirmen için Cumhuriyet gazetesi bir aileydi. Nadir Nadi’yi de İlhan Selçuk’u da patron gibi değil dostları gibi görürdü. Nadir Bey Ağustos 1991’de öldüğünde Yeniköy’deki eve gittiğinde, tabutu salonda masanın üzerinde duruyordu. Nadir Bey’in eşi ona, “Al bakalım ben kocasız kaldım, sen babasız,” demişti. Yakın arkadaşı Uğur Mumcu da ona, “Burası ailedir. Ben ailenin doktora yapan çocuğuyum, sen ailenin şakacı haylaz çocuğu, İlhan ağabey ailenin işlerini yürüten büyük abisidir,” derdi.
“Bâb-ı Âli benim kuşağıma bir masal gibi geliyor, nasıldı?” diye sorduğumda bana; “En can alıcı ve en hüzün verici soru bu. Çünkü ben de bunu sorduğumu hatırlıyorum başkalarına. Nerede o eski bayramlar, nerede o eski İstanbul, nerede o eski Bâb-ı Âli nakaratlarını ben sevmiyorum. Hiçbir zaman eskinin çok daha güzel olduğu doğru değildir. Tabii ki eskiden gazetecilik kalem erbaplarının işiydi ama şimdi de kalem erbabı olanlar var. Bu kadar büyük bir sanayiyle ve sermayeyle iç içe girmiş değildi. Küçük sermayelerle gazeteler çıkabilirdi. Yine satılmalar, döneklikler, çıkarcılıklar, alçaklıklar olurdu. Şimdi büyük hırsızlıklar oluyor. O zaman menfaatler küçüktü. Gazeteciler hakikaten az kazanırdı. Olay izlemeye tramvaya, otobüse binilerek gidilirdi, çok imkân oldu mu taksi ile gidilirdi. 1950’lerin basınıyla şimdiki basının maruz kaldığı muameleler de çok benziyor. O zaman da böyle basına saldırırdı başbakan, her bildiği doğruydu, aklına eseni yapardı. Aynı şeyleri bugün de yaşıyoruz. O yüzden eskiyi o kadar gözünde büyütmenin anlamı yok. Bâb-ı Âli’nin kendisi bende öyle çok özlem uyandırmaz,” diye cevap vermişti.
Türkiye meselelerine dair görüşlerini sorduğumda şöyle demişti: “Her şey değişir. Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Dünyada her şeyin değişkenleri ve ana kurucu felsefeleri vardır. Cumhuriyet’in çizgisi Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesi de laik, demokratik, yani cumhuriyetçi ilkelerle toplumunun sorunlarını çözmek ve böyle bir toplum yaratmaktır. Tabii ki her şey değişecektir. Sorunların çözümlerinde de yeni şeyler aranacaktır. Önemli olan bu Cumhuriyet’in kurucu felsefesidir, ki hâlâ geçerlidir. Benim inancım budur.”
Hem Oyuncu Hem Gurme
Gazeteci kimliği dışında az bilinen iki kimliği daha vardı. Daha Galatasaray Lisesi’ndeyken tiyatroda oynardı. Şehir Tiyatroları'nda Haldun Taner’in öğrencisi oldu. Aradan kırk sene geçtikten sonra 10 kadar da televizyon dizisinde oynadı. Ama bununla övünmezdi, ona göre dizilerde herkes oynardı, oyunculuk asıl tiyatrodadır derdi. Işıl Özgentürk’ün “Seni Seviyorum Rosa” filminde oynadığında Ziya Öztan onu orada izleyip beğenince ardından Yunus Nadi’yi oynayacaktı. Orada da beğenilince “İkinci Bahar”da başkomiser Kamil rolüyle hafızalarımıza kazındı. O kadarı da ona yetecekti. Ama en beğendiği oyuncularla oynamış olmaktan daima keyif alacaktı. Örneğin; Müşfik Kenter’e hayrandı, onun Türk tiyatrosunun dünya çapındaki oyuncularından olduğunu düşünür, “Şapkadan Babam Çıktı” adlı dizide onun karşısında oynadığını düşündükçe tüyleri diken diken olurdu. Ayrıca yine çok beğendiği Türkan Şoray, Şener Şen, Hülya Koçyiğit, Haluk Bilginer ve Sumru Yavrucuk’la da oynamıştı. Bir de Yıldız Kenter ile dans edişi de unutamadığı güzel anılardandı.
Yemek Ali Sirmen için bir kültür meselesiydi. Bekri Çeşnici olarak yirmi seneye yakın yemek yazıları yazmakla kalmamıştı, kendisi de çok güzel yemek yapardı. Hapishanede yaptığı yemekler içinde en ünlüleri krem karamel, maydanoz yemeği, hamsi lakerdasıydı. Rus Salatasının mayonezini bile o yapardı. Bu konuda esprili bir yorumu vardı: “Ben 12 Eylül’de Türk solunu asgari müşterekte buluşturdum: Krem karamelde. Herkes benden krem karamel öğreniyordu. Bütün fraksiyonlar kendi krem karamellerini yapıyorlardı.”
Ali Sirmen, “Uğur Mumcu’yu da İlhan Selçuk’u da tanımak lazımdı” derdi. İkisinin de toplumsal kişiliklerinin dışında hoş sohbet, şakacı, hoşgörülü, sıcak, insancıl insanlar olduğunu söylerdi. İşte, Ali Sirmen de tam olarak böyle biriydi. Onu da tanımak lazımdı… 70’lerde dünyayı değiştirebileceklerine inanan bir kuşağın bu uğurda ömür boyu mücadelesini veren bir aydındı Ali Sirmen. “Dünya değişti ya da değişmedi, biz o yolda yürüdük ya önemli olan o,” derdi. İyi ki o yolda yürüdünüz Ali Ağabey, iyi ki bize de o yürünecek yolu açtınız. Adınız hep yaşayacak…