Ayşe Naz Hazal Sezen
İnsan Sadece Doğar, Büyür ve Ölür Mü?
İnsan doğar, büyür ve ölür mü, sadece? Döngüsü bu mudur, insanın? İnsan bu kadar mıdır? Tüm hikayesi üç kelimeden ibaret midir? Doğar, büyür ve ölür… Biricikliğin, insan olmanın, varlığın tezahürü neredir bu hikâyede? Hikâye yazma becerisine sahip tek canlı için üç kelimelik bir yaşam öyküsü indirgenmiş, cılız bir anlatım değil midir? Hikâyeyi gerçekçi kılan insanın doğması ve ölmesidir de insan büyür mü acaba? Yaşayabilir mi, kendi hikayesini? Kendi varlığının tezahürü görebilir mi?
İnsanlar kim olduklarını bulmaya büyüyünce başlamazlar. Kim olacakları, onlara bakan gözlerdeki yansımada başlar. O gözler nasıl bakıyorsa çocuğa, çocuğun kim’liğinin ilk temelleri orada atılır. Bir birey midir kollarımızın arasındaki, günahkâr tohum mu?
İnsan doğar, büyür ve ölür mü, sadece? Döngüsü bu mudur, insanın? İnsan bu kadar mıdır? Tüm hikayesi üç kelimeden ibaret midir? Doğar, büyür ve ölür… Biricikliğin, insan olmanın, varlığın tezahürü neredir bu hikâyede? Hikâye yazma becerisine sahip tek canlı için üç kelimelik bir yaşam öyküsü indirgenmiş, cılız bir anlatım değil midir? Hikâyeyi gerçekçi kılan insanın doğması ve ölmesidir de insan büyür mü acaba? Yaşayabilir mi, kendi hikayesini? Kendi varlığının tezahürü görebilir mi? Kendini bulmak için sırrı bozulmamış aynalara denk düşebilir mi?
Erişkinlik önce çocukluğu unutturuyor
İnsan büyürken ilk önce büyüdüğünü unutuyor, galiba. Büyümenin bir sürekliliğe dahil olduğunu unutup, hep erişkinmiş gibi davranıyor. Doğuştan agahmış, evrenin malumatı içinde vuku bulmuş gibi. Unutuveriyor hemen yardımsız meme bulamadığını, desteksiz yürüyemediğini, eğitmensiz öğrenemediğini… Bir zamanlar, hayattaki tek amacının bakım verenlerinden, ebeveynlerinden sevgi görmek olduğunu hemen unutuveriyor. Aradığı sevgi dolu yansımayı bulmak için itaatkâr olmak, başarılı olmak, uslu ya da yaramaz olmak benzeri ol’maya dair yollara başvururken, kim olduğu bilemeyen bir yetişkine dönüştüğünü anlayamıyor. Geçmişini unuttuğundan kim olacağını da bilemiyor. En zahmetsiz, çevresinde en kabul görmüş, ona titr sağlayacak kimliği sırtına geçiriveriyor. Sırtına geçirdiği bu ateşten gömlek derisini yakarken, dumanı ciğerlerini söndürürken; sıfatsız kalmamak için reddediyor gömleği omuzlardan atmayı. Korkuyor tabii, biçare ruh. Sıfatsız çıplak kalır da ayıplanır, diye. Korkuyor, yeniden ne giyeceğine karar vermek zorunda kalır, diye. Korkuyor, kim olduğu görülür de sevilmez, diye.
Korkusunda haklı, hiç sevilmemiş ki kendi gibi olduğunda. Hatta ona envaiçeşit kimlik inşa edilebileceğinden, türlü türlü sıfatları kimliğine ekleyebileceğinden bahsedilmemiş dahi. Ya böyle olursun ya da öyle, denmiş. Gerisine günah denmiş, ayıp denmiş, haysiyetsiz, kaşmer, uyumsuz, acayip, münasebetsiz ve daha niceleri denmiş. Yani ya öyle ya da böyle arasında kalanlara müteaddit sıfat verilmiş, lakin kendi olmak isteyene tek yol gösterilmiş: senden önceki nereden geçtiyse orası. Seçim yaparken mütereddit olma imkânı dahi tanınmamış. Hazır açılmış bir yol varken, en güvenlisi ve en doğrusu budur, denmiş. Sonuca odaklı yaşarken kimse yolun kendisiyle ilgilenmemiş. Oysa hepimizin sonu aynı. Gidilen yolların sonuna gelindiğinde hiçbirimizin bir diğerinden farkı yok. Hepimizi bekleyen tek bir son var: ölüm.
Hikayenin sonu:Ölüm
İnsanlık tarihinde değişmeyen tek gerçek, ölüm. Hikâyenin sonu. Ötesi varsa, meçhul. Eğer sonuca odaklı yaşayacaksak, sonuç belli. Sonucu bilmek, balaban bir anlamsızlığı yanında getiriyor, değil mi? Finali bilinen filmin büyüsünün bozulması, skoru bilinen bir maçı izlemenin eksikliği, sonu bilinen bir fıkranın gülünçlüğünü yitirmesi gibi. Oysa belirsizlikler bizi hayatta tutan. Bizi korkutan, endişe veren belirsizlikler, muayyen bir sonuca rağmen bizi anlama yakınlaştırıyor. Yarının belirsizliği bugünün çabasına dönüşüyor. Gideceğimiz yolun sonu değil, yolun bize getirecekleri, karşımıza çıkacak manzaralar, engebeler, karşılaşacağımız diğer gezginler, yeni yoldaşların, yarenlerin ihtimali bizi heyecanlandırıyor. Kendi yolumuzu keşfetmek, kendi anlamımızı bulmamız, kendi hikayemizi yazmamız için bir aracı. Varlığımızın tezahürü kendi gittiğimiz yolun hatıraları…
Ancak kendi istediğimiz yolu seçmek de romantikleştirilmiş anlatımlardaki gibi cazip ve kolay değil. Kendine bir yol çizmek demek; düştüğünde kaldıracak, yaralandığında pansuman yapacak, ağladığında mendil uzatacak, kahkaha attığında eşlik edecek kimsenin olmaması riskini göze almak, tenhalaşmak demek. Ne var ki büyümek demek. Keşfetmek, her engebede, her hatada güçlenmek, yardım etmeyi bilmek ve istemeyi öğrenmek, güven(ebil)mek, ol’maya yaklaşmak demek. Gökten düşmüş bir elmaya hikâye yazmak demek.
Kollarımızın arasındaki kim?
İnsanlar kendi yollarına çıkmaya, kendilerini bulmaya en kolay nasıl karar verirler, biliyor musunuz? Net bir cevabı yok. Ancak ortak kanaat var; destekle, güvenle ve sevgiyle. İnsanlar kim olduklarını bulmaya büyüyünce başlamazlar. Yirmili yaşlarına geldiklerinde çıkılan bir yolculuk değildir bu. Kim olacakları, onlara bakan gözlerdeki yansımada başlar. O gözler nasıl bakıyorsa çocuğa, çocuğun kim’liğinin ilk temelleri orada atılır. Bir birey midir kollarımızın arasındaki, günahkâr tohum mu? İstediği yolu çizme cesaretindeki bir birey midir, yoksa ailesinin dinini, işini, görüşünü devralacak bir erkek mi? Geleceği parlak, potansiyellerle dolu bir birey midir ya da iradeden yoksun insanları baştan çıkartacağından bastırılması gereken bir kadın mı? Biz yeni doğana, çocuğa nasıl bakmaya başlarsak, onun ol’uşuna öyle dahil olmaya başlıyoruz. Kendi çizdiğimiz dünyanın onun için de aynı olmasını istiyor, tek bildiğimiz yol kendimizinki olduğundan onun da buradan sapmaması için kısıtlamalar ve koşullar koyuyoruz. İlk koşulu da en güçlü ve güveni inşa eden duyguya veriyoruz: sevgi. İstediğimiz gibi olmazsa, onu sevmeyeceğimizi bilinçdışına öğretiyoruz. Kendini bulmaya çalışan çocuğa sözlerimiz destek, tavırlarımız köstek oluyor. Büyüyünce, bizim de aynı açlığı çektiğimizi, sevilmek için, bazen sadece başımızın okşanması için istenilen sıfatlara girdiğimizi; erişkinlikte bize ait olmayan ateşten kimlik içinde yandığımızı unutuyoruz. Acımızı bastırıyor ve çocuklarımızı baskılıyoruz.
Umutsuzluk> Ölüm
Çocuklara gidilecek tek yolun, bizim yolumuz olduğunu öğrettiğimizde, bu yoldan saparlarsa destek bulamayacaklarını hissettirdiğimizde, en doğrusunun herkesin gittiği yolda kalmak olduğuna inandırdığımızda, onları sonu belli bir hikâyede tutsak ediyoruz. Serim ve düğüm kısımlarında yaşayacakları heyecanları engelliyor, belirsizliğin verdiği endişenin yanı sıra umutlarını da zayi ediyor ve hikâyenin anlamını yitirmesine neden oluyoruz. Ölüme karşı yaşamı değerli kılan tek olanak anlamın bulunmasının önüne geçiyoruz. Değerli olanın başkalarının atamış olduğu anlamları takip etmek yerine, keşfedilen ve yaratılan anlamlar olduğunu göremiyoruz.
Biz fark etmesek de gelecek için değil, ölüm için yaşıyoruz. Ölüm karşısında anlamlı bir hayat yaşamış olmak için. Sonu belli hikâyeye anlatılacak bir değer katmak için. Lakin kişi üzerindeki kısıtlamaların, koşulların ve baskıların yaratabileceği çaresizlik duygusu, insanı yolculuk sürecinin keşfinden ziyade hızlıca sonuca sürükleyebilir. Umutsuzluk öyle derindir ki anlamlı olabilecek bir belirsizlik dahi kalmamıştır. Tüm ihtimaller çaresizlikle buluşmuştur. Ve biz böylesine yoğun çaresizliği, karşımızdakini kendimizden ayrı, seçimleri olan ve farklı olsa da sevilmeyi hak eden bir birey olarak görememekle yaratıyoruz.