Ayşe Naz Hazal Sezen
Filmlerden öğrendiğim çok şey var! Veya Toplumun Belleği Filmler
Filmlerden deneyim edinmenin olumsuz yani ne olabilir, diye soruyor insan kendine. Kendi hayal gücümüzün ötesinde bir hikâyeye dahil olmanın şetaretini hissetmek, iç dünyamızdaki çalkantıların buram buram yayılan bedbinliğinde ortaklaşmak, vedayla veya vedasız gidişlerin ardında kalanların tenhalığına eşlik etmek ya da kasvetli varoluşu alacalandıran aşkı seyretmek insana müktesebat sağlamak dışında ne etki eder ki?
Kendimize uymayanı doğru kabul eden zihnimiz, olmak istediğimizle örtüşmeyince iç alemimizde anlaşılması zor sorunlar başlıyor.
Arka arkaya konularak hareketli resimlerin seri halinde gösterilmesiyle oluşan filmlerin hayatımıza dahil olmasının üzerinden yüz yılı aşkın süre geçti. Bir hikâyeye sahip ilk film Le Voyage dans la Lune (Aya Seyahat) ile bildiğimiz alemin dışındaki dünyalara, hayallere dahil olma sürecimiz başladı. Bugün aşina olduğumuz sinema kültürü doğumunu yaşarken, bize tiyatronun dördüncü duvarı olmamız dışında bir vaatte bulunuyordu; başka bir gerçekliğe dahil olma. Tiyatro seyircisi, sahne üzerindeki yaşantının gerçekliğini kendi zihninde bütünlemeliyken; sinema, izleyicisine gerçekliği olduğu gibi ya da en mümkün haliyle sunuyordu. Algılanan gerçekliğin zihinsel bir anlaşmaya bağlı kalmamasıyla birlikte hikayelerin içine girmek, anlatılan öykünün bir parçası olarak etkisine kapılmak kolaylaştı. Sinema salonları çoğalıp, filmler arttıkça şahit olunan hikayelerin sayısı bize deneyimleme ya da gözlemleme şansımız olmayacak yepyeni, gerçek ya da hayal, geçmiş ya da gelecek, var ya da yok olan tüm dünyaların kapılarını açtı. Lakin, filmler bizlerin deneyimleyemediği ya da deneyimleyemeyeceği yaşamların ön gösterimi olarak sinemalarda vizyona girerken, hayata karşı beklentilerimizi ve öğretilerimizi de şekillendiriyordu. Yaşamımızın olağan parçası haline gelen filmler, bir yandan kültürün hafızası olma görevini üstleniyor, bir yandan da kişisel yaşamlarımızda öğretici rolünü alıyorlar. Farkında olsak da olmasak da çoğumuzun zihninde filmlerden öğrendiği bir yaşam var.
Filmlerden Deneyim Kazanmak
Filmlerden deneyim edinmenin olumsuz yani ne olabilir, diye soruyor insan kendine. Kendi hayal gücümüzün ötesinde bir hikâyeye dahil olmanın şetaretini hissetmek, iç dünyamızdaki çalkantıların buram buram yayılan bedbinliğinde ortaklaşmak, vedayla veya vedasız gidişlerin ardında kalanların tenhalığına eşlik etmek ya da kasvetli varoluşu alacalandıran aşkı seyretmek insana müktesebat sağlamak dışında ne etki eder ki?
Filmlerin sınırlı dakikalara sığmış anlatılanlarını, içinde bulunduğumuz gerçekliğin o an ki alternatifi olarak deneyimliyoruz. Bugünlerde filmlerin yanı sıra müptelası olduğumuz televizyon ve internet dizileri, kalıcılığı filmlere kıyasla daha az olmakla birlikte, bu alternatifi sunmaya devam ediyorlar. Ferah fahur hikayelerin bir parçası haline gelebildikçe, tekdüze gelmeye başlayan gerçekliğimizi anlatılan öykülerin içinde gibi deneyimlemeyi arzuluyor ya da perde dışında kalan dünyaya dair ilk tepkilerimizi ekrandan edindiğimiz davranışlarla vermeyi deniyoruz. Aslına bakılırsa, deneyimlemediğimiz tüm ihtimallerin cevaplarını izlediğimizden veya kişisel tarihimize yabancı gelen hikayelerden topladığımızda, kendi gerçekliğimizde başımıza gelenler karşısında bocalayabiliyoruz. Vermek istediğimiz tepkilerle vermemiz gerekenleri birbirine karıştırabiliyoruz. İlk kez deneyimlediğimiz durum karşısında hangi tutumu takınmak doğru bilemezken, hafızamızda yer eden bilgiler ışığında hareket ediyoruz. Kendimize uymayanı doğru kabul eden zihnimiz, olmak istediğimizle örtüşmeyince iç alemimizde anlaşılması zor sorunlar başlıyor. Mesela doğum.
Suçluluk duygusu
Doğum denince çoğumuzun belleğinde çığlıklar atan, nefes nefese kalmış, acılar içinde kıvranan bir kadının görüntüsü beliriyor. Toplumun hafızasında yer eden Yeşilçam’ın eseridir bu imge. Doğumu deneyimlememiş kadınların ilk bilgi verenidir. İnsanın varlığını sürdüren doğumun ölüm kalım anı yaşatacak kadar acılı ve çetrefilli bir süreç olabileceğini öğretmiştir. Oysa merak ediyor insan aklı, en başından beri doğumun -tıbbı bir komplikasyon olmadıkça- rahatlıkla gerçekleşebileceği gösterilseydi, bunca kadın doğum yapmaktan korkar mıydı? Endişesi asgari seviyede olacağından doğumu daha da kolay geçer miydi? Veyahut, doğum yaptıktan sonra hemen mutluluk gözyaşı dökmeyen anne, hep gördüğü sahnelerdeki gibi duygulanmadığı için suçluluk duygusuna kapılır mıydı?
Toplum hafızasının onayı
Sözün gelişi, doğum varlığıyla akla gelmemesi mümkün olmayan ölüm ve yas. Çoğu filmde ölünün ardından yaşanan derin elem sonucunda kalanın sadece sessizliğini görürüz. Gidenin anılarını yad etmenin acıyı perçinleyeceği düşünüldüğünden dini anmalar dışında bir pek alternatif öğretilmez. Yahut hafızamıza ilmek ilmek ölümün ardından tutulacak yasın yoğun ve meyus yaşanması gerektiği işlenmiştir. Kaybedilen kişinin yakınlık derecesine göre elden ayaktan düşülmesi, dünyevi işleri sürdüremeyecek kadar kahrolması, sürekli ağlaması ve yasının herkese göstermesi gerekliliği gösterilmiştir. Oysa, gerçek hayat tüm bu öğretilerin dışında işler. Yas kişiseldir, aynı doğum gibi. Herkes farklı deneyimler. Bazısı evden dışarı adım atamaz, bazısı eve giremez; bazısı dualarda bulur umarı, bazısı dostlarında… Herkes kendisine ait bir yolu takip etmek istese de toplum hafızasının onları onaylamadığını hissettikleri için üstü kapalı bir suçluluk duygusu peyda olur. Kültürün belleğinde yer edene göre çocuğunu kaybetmiş bir annenin gülmesi ya da babasını kaybetmiş bir adamın aile yemeğinde kahkaha atması ayıptır. Halbuki ikisi de yaslarını iyi günlerin tebessümüyle tutmayı seçmiş olabilir. Onların acılarının da diğerlerinden farkı yoktur, acıyı deneyimle biçimleri farklıdır. Yine de filmlerden öğrendikleri gibi yası yaşamadıkları için derinden gelen bir suçluluk duygusu, tebessümü yanaklarından çeker alır.
Filmlerin gücü algıladığımızdan büyük
İzlediklerimiz kişisel hafızamıza kazındığı kadar toplumsal hafızaya kazınıyor. Filmler gelecek nesillerin anı kutusu haline gelirken, kültürün de belleği oluyor. Nasıl davranılması ya da ne tepki verilmesi gerektiğini topluma hatırlatırken, başka kültürlere de içinde filizlendiği medeniyetin anlaşılmasına vesile. Bir yandan bilgiyi perçinliyor, ancak doğru olmayanı ya da yetersiz olanı da sağlamlaştırarak yanlışa dönüşmesine olanak sağlıyor. Filmlerin gücünü hafife almamak lazım. Kültürü dönüştürebilen ve toplumu değiştirebilen, üstüne üstlük gelecek çağlara da geçmişi anlatma hizmeti veren bir sanattan bahsediyoruz. Belleğimize dolan bilgileri sağlamlaştırma veya silikleştirme gücünden. Filmlerin türü fark etmeksizin, hepsinin içinde insanın kendi deneyimlerini toplumsal ayıplardan aklayacak, ayrımcı cinsiyet rollerini paklayacak, sınıfsal eşitsizliği göze sokacak, belleği yeniden yazacak kudret var.