Ayşe Naz Hazal Sezen
Tahtından düşen insanlık
İki ayağının üstünde yürümeyi başardıktan sonra yonttuğu taşlardan medeniyet kurmayı öğrenen insanlık evrendeki rolünün büyük olduğuna inanır. Yaratılışın sebebi olabilecek kadar eşsiz ve vazgeçilmez olduğuna binaen cennetten kovulmasını telafi etmeye çalışır. Nihayetinde evrenin merkezinin kendisi olmadığını öğrenir.
(ARA BAŞLIK) Kendisini dünyanın merkezine, dünyayı da evrenin merkezine konumlandıran insanın narsisizmini üç isim kaçınılmaz biçimce zedeler: Nicolaus Copernicus, Charles Darwin ve Sigmund Freud.
İki ayağının üstünde yürümeyi başardıktan sonra yonttuğu taşlardan medeniyet kurmayı öğrenen insanlık evrendeki rolünün büyük olduğuna inanır. Yaratılışın sebebi olabilecek kadar eşsiz ve vazgeçilmez olduğuna binaen cennetten kovulmasını telafi etmeye çalışır. Nihayetinde evrenin merkezinin kendisi olmadığını öğrenir.
Yaratılışın gözdesi insan (?)
Yaygın anlatılan varoluş öyküsüne göre insan, Tanrı’nın gözdesi olarak yaratılır. Görünen ve görünmeyen tüm yaratılmışların kendilerine secde etmesini yahut kutsal saymasını gerektirecek kadar özeldir. Cennette varoluşun bütün nimetlerinden yararlanacak ve her hususta evleviyete sahip olacak kadar kıymetlidir. Annesinin kendisinin bir parçası ve memenin de kendisine ait olduğunu sanan bir yeni doğan misali, ilksel narsisisttir. Ben-merkezci, kendi doyumuyla meşgul yeni doğan, zorlanmalar, eksiklikler ve hüsranla karşılaştıkça anneden ayrışmaya başlar. Başka bir deyişle, kendisinin mükemmel bir bütün olmadığını öğrendikçe yaşadığı narsisistik zedelenmeler ve onların bakım veren tarafından yeteri kadar telafisi yeni doğanı, ruhsal sıhhatli bir bireye dönüştürür. Tanrı’sından ayrılan insan ise bu ayrışmanın acı veren yükünü kaldıramayınca şeytanı devreye sokar. Havva ve Adem’in aklını çelmiş bir yılan sayesinde hem anne/Tanrı aklanır hem de narsisistik yaralardan kaçınılır. Tanrı’sından/annesinden ayrışan, dünyaya düşen ve üstünlüğü azaltılmış insan, bu zedelenmeye karşı narsisizmini evrendeki en değerli canlı olma itikadına dönüştürür. Ancak, kendisini dünyanın merkezine, dünyayı da evrenin merkezine konumlandıran insanın narsisizmini üç isim kaçınılmaz biçimce zedeler: Nicolaus Copernicus, Charles Darwin ve Sigmund Freud.
İlk sert vuruş: Copernicus
Güneş, yıldızlar ve diğer gezegenler Dünya’nın etrafında dönerken -döndüğüne inanılırken- Nicolaus Copernicus 1543 yılında “Göksel Kürelerin Devinimi Üzerine” (De revolutionibus orbium coelestium) adlı eseriyle evrenin merkezindeki dünyayı, Güneş’in çevresinde dönen bir gezegen konumuna indirger. İnsan için var olmuş evren inancı tüm reddedişlere ve direnişlere rağmen bu gerçeklik karşısında yıkılır. Cennetten evrenin merkezine, evrenin merkezinden de Dünya’ya düşmenin neden olduğu narsisistik yaranın telafisi, insanın kendisinin yeryüzünün efendisi ve yaratılışın şahikası olunduğuna inanması olabilirdi; insan da var olan denizlerin, okyanusların, dağların, ovaların, kuşların, atların; havanın, suyun ve yeryüzünün kendisi için olduğuna inandı. Dünya’nın hâkimi ve yaratılışın şahikası insan…
İkinci darbe: Darwin
1859 yılında, Charles Darwin tarafından yayımlanan “Doğal Seçilim ile Türlerin Kökeni” (On the Origin of Species by Means of Natural Selection) kitabında, tüm canlıların ortak bir ya da birkaç atadan geldiğinin söylenmesiyle insanlık ikinci büyük yarasını alır. Yaradılışın şahikası bir anda tabiatın olağan bir parçasına indirgenir, artık diğer canlılar gibidir…
Charles Darwin’in insanlığın narsisizminde sebep olduğu sarsılma hala evrim teorisinin inkârıyla itfa edilmeye çalışılıyor. Savunma mekanizması inkâr, tartışılmaz kanıtların varlığına karşın fazlasıyla rahatsız edici ve kabul edilmesi güç yüzleşmelerde gerçeğin reddidir. Yaratılışın zirvesinden doğanın sıradan bir parçasına indirgenmesine mütedair inkâr, insanlık için sindirilmesi güç bir yüzleşmenin neticesi olabilir.
Evrenin merkezindeki mevkiinden ve yeryüzündeki tahtından alaşağı edilen insanın üstünlük duygusunu koruyabilmek için kendini bir biçimde diğer canlı türleriyle ortaklığından ayırması gerekti; artık insan kültür ve medeniyeti inşa eden, düşünen ve düşündüklerini mantık süzgecinden geçirebilen üstün bir primattı. İnsanın taksonomide adı: Homo sapiens sapiens; yani düşündüğünün üstüne düşünen insan oldu. İnsan artık evrenin merkezinde olmasa da diğer canlılarla ortak bir atadan gelse de akıl ve mantık sayesinde hala üstün ve eşsizdi.
Üçüncü darbe: Freud
Sigmund Freud’un 1890’larda psikanaliz teorisini tanıtmaya başlamasıyla insanlığın narsisizmi bir kez daha zedelenir. Zira akıl ve mantığa dayanan bilinçli kabul edilen zihinsel süreçlerin biyolojik içgüdüleri, yasakları veya arzuları barındıran bilinçdışı tarafından etkilenebileceği görülmüştü. Akıl ve mantığın iradesinde kendi üstünlüğüyle düşünce ve davranışlarını kontrol edebildiğine inanan insanın, diğer canlılar gibi içgüdü ve dürtülerle de hareket edebildiğinin keşfi, insanın narsisizmine üçüncü büyük darbe olur. İnsan artık ne evrenin merkezindedir ne yeryüzünün hâkimidir ne de aklın efendisidir…
Sonuç: Değişmeyen insan
Modern çağın perspektifinden bir kez daha sorguladığımızda, insanın narsisizmi bunca zedelenmeye rağmen zannedildiği kadar azalmış olmayabilir. Evrenin merkezinde olmadığımızı kabullenmemiz 500 yıl kadar sürerken, Dünya’nın merkezinde olmadığımızı hala kavrayamamış gibiyiz. Yeryüzü insanlığın emrine amadeymişçesine onu sömürmekten hiç vazgeçmedik; hatta bize itaat edeceğine inandık. Hayvanları fabrikalara hapsederken, nehir yataklarını evlerimize, okyanusları hanelerimizin çöplüğüne, ormanları kereste imalathanesine çevirdik ve tüm küresel felaketleri göz ardı etmeyi öğrendik. Halen, yerkürenin kaynaklarının hiç tükenmeyeceğine kani olup, kendimizin tüm canlılarla ortak atadan gelemeyecek kadar değerli olduğumuza inanmak sıradan olmanın ağırlığından kaçınmamıza destek oluyor.
İnsanlık, Freud’un, Darwin’in ve Copernicus’un zedelemelere karşı narsisizmini ulus, ırk, din, siyasal inanç, teknoloji gibi başka nesnelere dönüştürerek gerçeği inkâr etmeye devam edebiliyor. Annesinden ayrışmanın acısını kendi türünden düşmanlar ilan ederek ve onlarla savaşarak gidermeye çalışan insan, öldürdüğünün ve yok ettiğinin kendisi olduğun farkına varmamakta ısrarcı. Öyle ısrarcı ki, önce yıkımı, savaşı ve katliamı normalleştiriyor, sonra ona kurallar koyuyor, yeni bir gerçeklik içinde bireyin özerkliğini ele geçiren bir “Grup Zihni” yaratıyor. Güçlü bir sosyal deneyimin içinde yetişen çocuk, annesinden ayrılma kaygısı gibi topluluğundan dışlanma kaygısıyla benliğini ve özerkliğini narsisistik yaralarını bu sahte gerçekliğin içinde ibda edilmiş düşmanların varlığıyla örten ideolojilere teslim ediyor. Neticede yarasını daha çok yara açarak telafi etmenin hakikatin bir ölçütü olduğunu zannıyla yetişen nesiller tabiata ve tabiatın parçası olan türdeşlerine zarar vermeyi durduramıyor; savaşların insanlığın bir döngüsü olduğu bilgisi yanlışlanamıyor. Halbuki, savaş sadece bir buluştur.*