Ayşe Naz Hazal Sezen
Dört Kollu Ruh Eşimi Arıyorum!
Ruh eşimizi ararken arzuladığımız diğer yarıya kavuşmak değildir; ilk halimize, tümgüçlülüğümüze, kendimize kavuşma istediğidir. Kendimizi bildikçe utancımızdan, suçluluğumuzdan ve huzursuzluğumuzdan sıyrılmaktır. İkiden yek olmak, yekten çoğalmaktır.
“Hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şeyi sevemez.
Hiçbir şey yapamayan, hiçbir şey anlamaz.
Hiçbir şey anlamayan, değersizdir.
Oysa anlayan kişi aynı zamanda sever, farkına varır, görür. …
Bir şeyde aslında, ne kadar bilgi varsa o kadar daha fazla sevgi vardır. …
Tüm yemişlerin böğürtlenlerle aynı zamanda olgunlaştığını düşleyen kişi, üzümlere ilişkin bir şey bilmiyor demektir.”
Paracelsus
Aristophanes aşk hakkında konuşurken; aslında insanların yaratıldıklarında dört kollu, dört bacaklı, iki yüze sahip, hermafrodit ve tek ruha sahip güçlü yaratıklar olduğundan bahsetmiş. Çifter çifter yaşayan bu insanlar kendilerini tümgüçlü hisseder, var olmayan eksikliğin rahatlığında mutlu ve keyifli yaşarlarmış. Hem bedenleri güçlü hem ruhları mesut bu insanlar zamanla tanrılara şükretmeyi, onları onurlandırmayı unutmaya başlamışlar. Söz o ya, Tanrıların tanrısı Zeus bu duruma çok öfkelenmiş ve insanları ortadan ikiye bölmüş; iki kol, iki bacak, bir yüz ve yarım ruh. Öfkesi dinmeyen Zeus, ikiye böldüğü insanları bir çuvaldan döker gibi yeryüzünün çeşitli yerlerine dağıtmış. İnsanları yarım kalmışlık hissiyle cezalandırarak onurlandırılmamasının intikamını alırken, yarım parçayı, “ruh eşini” bulma ihtimalini sunarak bu cezayı umutla taçlandırmış. Biz insalar o zamandan beri anne memesi arar gibi ruh eşimizi aramaya devam ediyor, cennetimize dönmeye çalışıyoruz.
Ruh eşi olarak aradığımız, haddizatında başlangıçtaki tümgüçlü halimiz. Tümgüçlülük bebeğin anne rahminde her şeyi becerilme, kendine yetebilme, sınırsız güç sahibiymiş gibi yaşantıladığı duygudur. Doğumla birlikte bir süre daha devam eden bu duygu, yenidoğanın dış gerçekliğin kendisinden bağımsız olduğunu fark etmemesine, dış dünyayı istediği zaman var ve yok edebildiğini zannetmesine neden olur. Başka bir söylemle tümgüçlülük, kişinin her şeye gücünün yetebileceğini, her sorunu çözebileceğini, adeta bir tanrı ya da süper kahramanmış gibi hissettiği narsistik bir savunma mekanizmasıdır. Ta ki bebeğin, emdiği memenin anneye ait ve annenin bir başkası olduğu ayrımına varması, alt değiştirme, beslenme gibi ihtiyaçlarının başkası tarafından karşılandığını idrak etmesine dek sürer. İşte o zaman her şeyin kendi kontrolünde olduğunu sandığı tümgüçlü cennetinden bir kez daha dış gerçekliğe, yeryüzüne düşer insan. Zeus’un dört kollu, dört bacaklı tümgüçlü insanları bölmesi gibi bölünür anneden; yarım kalan ruhunu tamamlamak için diğer yarısını aramaya başlar.
Yarım kalmışlık hissi, ölümün bilincinde, kendine biçilmiş sürenin kısalığının farkında olan insanı, varoluşun karşısında yoğun çaresizlikle çevreler. Halbuki, ötekilerin varlığıyla çaresizlik duygusundan uzaklaşarak yalnızlığını dindirebilen insan huzurlu hissedebilir. Huzursuzluk, yalnızlık duygusunun, yarım kalmışlık hissinin bir tezahürüdür. Yalnızlık duygusu bilince vardığında, her şeyden kopmuş, insanca güçleri kullanamaz, dış dünyanın omuzlara abanması hissedilir. Yalnızlıktan kurtulmak tüm bu çaresizlikler karşısında bir tür birleşmedir; kendi kişisel sınırları aşarak bir bütünlüğe ulaşmaktır. Ne başkasının sınırlarında kendini yitirmek ne de başkasını kendi sınırlarında hapsetmektir; karşılıklı büyümeye, bütünleşmeye dayanır: sevmektir. Sevgiyle yaşanan birleşme insanı yalnızlığının çaresizliğinden, utancından, suçluluğundan kurtarır.
Anlatılarda, Havva ve Âdem cennetten kovulup, cennetin bir parçası değil, insan olarak yeniden doğduktan sonra çıplak olduklarını fark eder ve utanarak mahrem yerlerini örteler, diye bahsedilir. Aslında, ahlaki görüş çerçevesinde anlatıldığı gibi cinsel organlarını gördükleri için utanmazlar, birbirlerine yabancı oldukları için utanırlar. Yeryüzüne geldiklerinde birbirlerinden farklı olduklarını idrak ederler; farklı ve yalnız. Yalnızdırlar, zira cennetteki Havva ve Âdem değildirler, değişmiştirler ve bu değişimin sonucu yalnızlıklarından suçluluk duyarlar. Henüz yeryüzündeki yaşamlarında birbirlerini sevmeyi öğrenmemişlerdir. İki yabancıyken birbirlerini belledikçe, tanıdıkça, karşısındaki hakkında bilgiye sahip olup, onun gizemini keşfetmekten keyif aldıkça ne çıplak bedenlerinden utanç kalır ne de yalnızlığın doğurduğu huzursuzluk ve suçluluktan. Dünyada -fani- olmanın huzursuzluğu sevmek yatıştırır.
Gelgelelim, sevmek yalnızlığın giderilmesi, huzursuzluğun sönmesi ve olma halinde bulunması için bir kişinin kendi sevme yetisi olarak görülmekten çok “sevilme” sorununa dönüşmekte. Günümüz çoğunluğu nasıl sevebileceğinden ziyade, nasıl sevilebileceğinin peşinde. Nasıl ilgi çekmeli, göze nasıl hoş görünmeli, karşısındakini etkilemek için ne yapmalı, etkilenmek için ne beklemeli, yani albenili olmak için ne yapmalı? Başarılı olmak, ait olunan topluluk içinde güç ve para elde etmek mi? En yeni teknoloji ve moda parçalarına sahip olmak mı ya da hayırseverlik mi, alımlı vücut mu, etkileyici konuşma mı? Sevilmek için gerekli sanılanlara sahip olunmasına rağmen yalnız hissedilmesinin nedeni, sevginin bir beceriden ziyade nesne olarak algılanması. Çoğunluk sevme’nin basit bir eylem olduğu kanaatinde; esas sorunun sevilecek veya sevecek olanın bulunması olduğunu zannediyor. Bir başkasına dahil olmayı, ötekini tanımayı, ötekini tanırken kendini bilmeyi ve sonunda hiçbir şeyi bilmemeyi sağlayan sevme eyleminin oluş hali, nesne peşindeyken deneyimlenmiyor.
Sevmek hakkındaki diğer bir problemse, sevginin özgürlüğün sınırlandırıcısı olarak algılanması. Hâlbuki sevmek zorunluluk altında değil, sadece özgürlük içinde gerçekleşebilecek bir eylemdir. Erich Fromm’un deyişiyle: “Sevgi bir etkinliktir; edilgen bir olay değildir; bir şeyin içinde olmaktır, bir şeye kapılmak değildir… Sevgi vermektir, almak değil.” Satın almaya alıştığımız bu dönemde, vermek yoksullaştıran bir eylem olarak algılansa da maddi evrende dahi ne kadar çok verirsen o kadar zenginsindir. Yitirmek ve kaybetmekten korktukça cimrileşen insan vermenin sevincini de birlikte çoğalma hissini de deneyimleyememektedir. Sevgi ise kendini verme eylemini barındırır. Verdikçe karşısındakinden de almayı öğrenerek tanışan iki kişi hem kendilerini bulur hem birbirlerini keşfeder hem de insanı anlamaya başlar. Sevgi insana çoğalma, zenginleşme ve kendini bilme fırsatı tanır.
Ruh eşimizi ararken arzuladığımız diğer yarıya kavuşmak değildir; ilk halimize, tümgüçlülüğümüze, kendimize kavuşma istediğidir. Kendimizi bildikçe utancımızdan, suçluluğumuzdan ve huzursuzluğumuzdan sıyrılmaktır. İkiden yek olmak, yekten çoğalmaktır.